18 Mart, 2017 Yazılar
*(Bu yazı Bilim ve Ütopya dergisi Haziran 2016 sayısında yayımladı)Latin Amerika’da hemen tüm büyük sosyal hareketler köylü ve yerli niteliğindedir. Kökeni ise sömürge döneminden gelen ve bir türlü aşılamayan toprak rejiminde yatmaktadır. Bu rejimin niteliği bize sömürge olmanın özelliklerini net biçimde gösterir: Bir ülke ve halkın sömürgeleştirilmesi, topraktan doğan başlıca zenginliklerin, egemen ulus ya da sınıf tarafından ele geçirilmesiyle mümkündür. Diğer tüm araçlar askeri, kültürel ya da ekonomik bundan sonra gelir. Toprağa egemen olmayan bir ulus ya da sınıf ne kadar güçlü olursa olsun kalıcılaşamaz. Egemenlik ise zenginliğin belli ellerde toplanmasıdır.
Bugün tüm mücadele ve ilerlemelere karşın Latin Amerika’nın en verimli toprakları küçük azınlıkların elinde toplanmıştır. Paraguay topraklarının %90’ı yalnızca %2’lik bir kesimin, Brezilya topraklarının %42’si %1’lik bir kesimin, Kolombiya’da toprakların %52’si ise %1,5’luk bir azınlığın elinde bulunuyor. Bu büyük toprak sahipliği rejimin niteliğini, ekonomiyi ve üst sınıflar bloğunu belirleyen en önemli faktördür. Bu nedenle Latin Amerika tarım ve hammadde ihraççısı konumundan bir türlü çıkamamaktadır. Dışarıdan gelecek paraya bağımlılık emperyalist merkezlere kesin biçimde itaat sonucunu doğurmaktadır. Latin Amerika sağı bundandır ki asla köklü partilere ve ulusal bir perspektife sahip olamamaktadır.
Bu ay “Kondor’un Güncesi”nde yukarıda ifade edilen tarihsel koşullarda ortaya çıkmış köylü ve yerli liderlerin bazılarına tanıklık edeceğiz. Fetih döneminde Lautaro gibi bir askeri liderlerin, uluslaşma sürecinde Túpac Amaru gibi soylu fakat köylü kitlelerin liderinin, emperyalizm çağının başında Zapata gibi bir önderin varlığında sosyal hareketin gelişimini izleyeceğiz. Son bir örnek olarak da neoliberalizm döneminden Topraksızlar Hareketi’ni göreceğiz. Tarihsel sürecin giderek köylü hareketini de kolektif bir niteliğe büründürdüğünü; belki de önceki dönemlerden farklı olarak, artık toprağın ele geçirilmesinden çok onu üretmenin daha da önemli olduğunu fark edeceğiz.
Emiliano Zapata: “Güneyin Attilası”(10 Nisan 1919/Morelos, Meksika)
Don Emiliano, yüz dolayında savaşçısıyla Chinameca Çiftliğinin önüne geldiğinde saat tam olarak öğleden sonra ikiyi gösteriyordu. Meksika Devrimi’nin bu en önemli köylü liderinin çiftliğe karşıdan bakarken düşündüğü şey ölüm değil, bir türlü yıkmayı başaramadığı egemen toprak düzeninin gücüydü.
Chinameca Çiftliği, bağımsızlık sonrası ülkeye egemen olan büyük toprak ağalığı düzeninin en dikkat çeken örneklerindendi. 1838’de yalnızca yedi kişinin yaşadığı bir yol geçen hanından ibaret olan bu yer işgalci Fransız güçlerine karşı savaşan gazilere verilmişti. 1882’de çevredeki bir çok toprağın sahibi olan Vincente Alonzo çiftliği satın alıp büyük bir kanal inşaatı başlattı. Böylece Chinameca etrafındaki 35 bin hektarlık bir araziyle birleşerek güneyin en büyük çiftliğine dönüştü. Zapata’nın öldürülmeden önce durup baktığı bu bina bile ülkenin en önemli demiryolunu yapan León Salinas’a inşa ettirilmişti. Fabrika fırın ve bacaları için ülkenin en iyi ustası getirilmişti. Zapata, bu çiftliğin nasıl büyüdüğünü her aşamasında görmüştü. Devrimden çok önce 1906’da inşaatta çalışan işçilerin parasını merkezden Zapata’ya bağlı bir birlik getiriyordu. Salinas, Zapata’nın parayı her defasında eksiksiz ve tam zamanında getirmesine şaşıyordu. O yılın sonunda demiryolu çiftliğe ulaşınca en gelişmiş şeker üretim makineleri de geldi. Chinameca şeker üretimine geçtikten sonra arazisi neredeyse iki katına çıkarak 65 bin hektara ulaştı.
Chinameca Çiftliği’nin büyümesi gücün bir eseriydi. Morelos valisi Pablo Escalón’ın sloganı şuydu: “Eğer sen satmazsan ben de dul karından satın alırım”. Köylülerin toprakları bu maharetle çiftliğe katılıyordu.
1909’da Emiliano Zapata doğduğu toprak Anenecuilco’da halk meclisi tarafından “Calpuleque” yani başkan seçildi. İlk iş olarak toprakları savunma cuntası kurmak oldu. Bir bildiri yayınlayarak halkın toprakları üzerindeki haklara tecavüz edilemeyeceğini ilan etti. Fakat bazı yerli şeflerin desteğini alan yönetim “Lerno Yasası”na dayanarak deklarasyonu reddetti. Yarım asır önce çıkarılan bu yasaya göre köylüler topraklarını satmazlarsa yönetimin kamulaştırma yetkisi vardı. Üstelik yasa ekimi yapılmayan topraklara da el konulması hakkını tanıyordu.
Kısa süre sonra 20 Kasım 1910’da Meksika’nın 13 kentinde birden silahlı ayaklanma çıktı. İsyan 30 yıllık Porfirio Diaz diktatörlüğünün sonuna işaret ediyordu. Çarpışmalar aylarca sürdü. Ta ki sürgündeki lider Francisco Madero gelene dek isyancılar belli bir koordinasyonla hareket etmediler. Madero iki ay içinde birliği kurdu ve başkente yürüdü. Porfirio Diaz, 25 Mayıs 1911 sabahı istifasını vererek ailesiyle ülkeyi terk etti.
Mart 1911’de Madero’nun cephesine katılan Zapata’nın başkent çevresinde girdiği muharebelerdeki başarısı diktatörün kaçışını hızlandırmıştı. Fakat Madero’nun iktidara gelmesi de Zapata’nın köylü birlikleri yasal bir otoriteye dönüşmediler. Zapata’nın liderliğindeki “Güney Devrimci Cuntası” ilk olarak köylülerin gasp edilen topraklarının iade edilmesini istiyordu. Bu devrimin pratik bir sonucuydu ama Madero meseleye politik reformlar yapma gibi daha teorik ve uzun vadeli bir çerçeveden yaklaşıyordu. Zapata’nın gözünde durum netti; Madero devrime ihanet etmekteydi. Zapata yeni başkanın kendisine büyük araziler bağışlama teklifini ise öfkeyle reddetti. O, büyük topraklara kendi adına el koymak için değil halka ait olanların iadesi için silahlı ayaklanma başlatmıştı.
Zapata 25 Kasım 1911’de devrimci programı olan “Ayala Planı”nı yayımladı. Sloganı “Toprak işleyenindir” oldu. Madero hain ilan edilerek başkanlığı tanınmadı. Federal ordu Zapata’nın üzerine geldi. Şiddetli çatışmalar olduysa da aslında bir çok komutan Zapata’ya sempati duyduğundan onu yok etmeye çalışmadı. Zapata birlikleriyle yüksek noktalara çekildi ve çatışma duruldu. Ancak Morelos gerekli dönüşümü gerçekleştirecek iradeden yoksun olduğu netleştikçe gücünü kaybetti. 1913 Şubatında yardımcısıyla kurşuna dizildi. İktidara gelen Venustiano Carranza da Ayala Planı’nı reddetti.
Planı hayata geçirmek için Zapata karargahında toplantılar gerçekleşti. İşte bu buluşmalarda “Panço” Villa ile Emiliano Zapata ittifak kurdular. Güney ve kuzeyin köylü güçlerinin bileşimi başkentte dehşet uyandırdı. Zapata 1914 sonunda iki önemli kenti ele geçirdi. Federal ordu önce “Panço” Villa’yı geriletti sonra Zapata’nın üzerine yürüdü.
Savaş iki yıl sürdü. Zapata defalarca kentleri ele geçirdi ve geri çekildi. Fakat ordu düzenini sürdüremedi. Bundan yararlanan General Pablo Gonzales bir Albayını Zapata’yı öldürme planıyla görevlendirdi. Albay Jesus Guajardo önce Zapata’ya mektuplar göndererek emrine girdiğini açıkladı. İlişki bir süre uzaktan sürdükten sonra Zapata, albaya Jonacatepec’in ele geçirilmesi emrini verdi. Albay Guajardo emrindeki askerlerle kasaba merkezine saldırdı. Elli kadar federal askerin ölümüne neden olan bu eylem aslında Zapata’nın güvenini kazanmak için planlanmıştı. Ertesi günü 10 Nisanda Albay, yüklü miktarda silah ve mühimmatı devretmek için Zapata’yı Chinameca Çiftliğine davet etti.
Devrimin General’i, Don Emiliano Zapata, öğleden sonra ikide çiftliğin kapısında durmuş, bu bir türlü yıkılmayan düzeni seyrediyordu. 39 yaşında çelik gibi bir adamdı. İstediği şey yalnızca adaletti. Villa’nın deyişiyle O, toprak için değil, Toprak Ana için savaşıyordu. “Karo Ası” adı verilen muhteşem güzellikte atından indi. Bir kadın birkaç saat önce kulağına kendisine bir tuzak kurulduğunu fısıldamıştı. Etrafında yalnızca on komutanı olduğu halde çiftlikten içeri girdi. Eşiği geçtikten hemen sonra tuhaf biçimde üç kez zafer borusu öttü ve hemen ardından çiftliğin balkonlarına mevzilenmiş bir manga asker ateşe başladı. Zapata silahına davrandıysa da onu kılıfından çıkaramadan yedi kurşunla yere yığıldı. Mitralyözler dışarıda bulunan Zapata’nın adamlarına yaylım ateşi açtı. Zapata’yla beraber otuz savaşçısı öldürülmüştü.
Bir yıl sonra onu öldüren Albay Guajardo ve emri veren Başkan Carranza kurşuna dizildiler. 1923’te “Panço” Villa bir pusuda öldürüldü. Onu öldürten başkan Obregon da bir suikaste kurban gitti.
Lautaro: “Fetihçilere Diz Çöktüren Mapuche”(24 Aralık 1553/ Tucapel, Şili)
Tucapel kalesinin artık hiçbir şeyi savunmaya gücü olmayan yıkıntılarından çıkan İspanyol askerleri tek tek düşüyordu. Bu öğleden beri gerçekleşen beşinci Mapuche saldırısıydı ve liderleri Lautaro kırmızı gömleği ve beresiyle, bir İspanyol atının üzerinde açıkça görünüyordu. Kaçmakta olan Şili Fatihi Pedro de Valdivia’ya kilitlenmişti bakışları. Valdivia; bu yenilgi görmemiş İspanyol fatih, altın sırmalar ve değerli taşlarla bezeli zırhıyla, birazdan Lautaro’nun ayaklarının dibine düşecekti.
Kuşkusuz Valdivia şaşkındı. Nasıl olmasın? Esir düştüğü bu on dokuz yaşındaki genç Mapuche lideri, daha bir yıl öncesine kadar onun hizmetlisiydi! Lautaro bugünkü adıyla Concepción’da ailesiyle beraber İspanyollara tutsak düştüğünde henüz 15 yaşında bile değildi. Direndikleri için ana, babasının ayak parmaklarının binlerce Mapuche’yle beraber kesilişine tanık olduğunda yani. Onu Valdivia yani Şili fatihi, kralı ve komutanı yanına özel hizmetlisi olarak almıştı. Lautaro İspanyolcayı, ata binmeyi, silah kullanmayı, askeri taktikleri öğrendi. Kavrayışı ve yetenekleriyle dikkat çeken bir yerliydi. İspanyol kuvvetleri içinde yükselmesi kaçınılmazdı. Fakat Lautaro’nun bu kişisel lütfu kabul edebilmesi için yalnızca kimliğini değil insanlığını da terk etmesi gerekiyordu. Valdivia her muharebede yerli halkı katletmekle kalmıyor, onları teslim aldıktan sonra da korkunç işkencelerden geçiriyordu. Daha iki yıl önce binden fazla esir Mapuche’nin sağ elleri ve burunlarının kesilişine tanıklık etmişti.
Lautaro kaçtığı günden bu yana Valdivia’yı düşürmenin planını yapıyordu. Hemen bir ordu kurup İspanyollardan öğrendiklerini diğer savaşçılara aktardı. Çeliği, kılıcı, topu, at binmeyi, istihbarat toplamayı, savaş düzenini ondan öğrendiler. Onlara alıştıkları düzenden farklı olarak küçük gruplar halinde farklı kollardan saldırılar düzenlemeyi gösterdi. Zira gerek Peru’da İnkalar’ın gerekse de Şili’de kendi toplumunun İspanyolları meydan savaşlarında yenemediğini tecrübe etmişti. Örneğin yerli ahlakında “geri çekilme” korkaklık anlamına geliyordu. Savaşın taktik aşamaları içinde nasıl ki saldırı zafer değilse çekilmenin de yenilgiyi kabul etmek anlamına gelmediğini anlattı. Bazı savaşçıların gece görüş gücünü artırmak için onları ışık almayan yerlere kapattı. İstihbarat için deli, sarhoş ya da Hıristiyanlığa dönmüş rolü yapan adamlar ve kadınlar seçti. Bazıları bilinçli biçimde İspanyollara yakalandılar ve hizmetkar olarak orduya sızdılar.
(Mapuche bayrağı)
Bir yıl sonra tam da Lautaro’nun beklediği gibi Valdivia, Tucapel’e doğru hareket etti. Lautaro kuzeyde bir karışıklık çıkarılmasını emrettiğinden Valdivia’nın kuvvetleri ikiye bölündü. Valdivia kaleye gönderdiği öncülerin hiçbirinin geri dönmemesinden şüphelendi ama merakını yenemeyerek yine de yola devam etti. Yol boyunca hiçbir yerli saldırısının olmaması da garipti. Sonunda kaleye vardığında hiç kimseyi bulamadı. Lautaro’nun savaşçıları etrafı sarmıştı.
Pedro de Valdivia; bu aileden asker fetihçi, Avrupa’da sayısız savaşa katılmış muharebe uzmanı, efsanevi “El Dorado” kentinin peşinde Amazonun derinliklerinden ve dünyanın en kuru çölü Atakama’dan 153 adamıyla canlı çıkıp Şili’yi fetheden adam, şimdi genç bir savaşçıya esir düşmüştü. Lautaro’ya kadar kıtadaki hiçbir yerli herhangi bir Avrupalı fetihçiyi dize getirmeyi başaramamıştı. Valdivia peşine düştüğü “El Dorado” efsanesindeki altın adam gibi yerliler tarafından ağzına altın tozu doldurularak öldürüldü.
Lautaro, Valdivia’yı yendiği 1553 Aralık ayından 30 Nisan 1557’ye kadar İspanyol güçlerini süpürerek kuzeye doğru ilerledi. Fakat Avrupalı fetihçiler yalnızca kılıç ve barutla değil hastalıklarını da beraberlerinde getirmişti. İspanyolların boşalttığı bölgelere giren yerliler genetik olarak tamamen yabancı oldukları bu hastalıklar karşısında teker teker ölmeye başladı. Bu Lautaro’nun ordusuna fizik ve moral açıdan en büyük zararı verdi. İspanyollar Mapuche ordusunun zayıflamasından faydalanarak Lautaro’nun geçici karargahına bir gece baskını yaptı. Lautaro elinde Valdivia’nın kılıcıyla mücadele etti. Yaralı yakalandı ve parçalanarak öldürüldü. Kafası uzun yıllar bugünkü Şili başkenti Santiago’nun merkezindeki Plaza de Armas meydanında sergilendi.
Mapuche halkı Lautaro’nun başlattığı savaşı asırlar boyu sürdürdü. Latin Amerika’nın tek esir alınamayan ve asimile olmayan halkı olarak direnmeyi başardılar.
Túpac Amaru:”Ulusun İlk Çığlığı” (4 Kasım 1780/ Cuzco, Peru)
José Gabriel Condorcanqui, bölgenin en yüksek sömürge yöneticisi olan “El Corregidor”la alışıldık bir akşam yemeğinde buluşmuştu. Her zamanki gibi sakin bir pozisyonunda bu sömürge efendisinin propagandalarını dinliyordu. Karşısındaki, İspanya’da yönetimi ele alan Bourbon hanedanının reformlarını övüp duruyordu. Yakın zamanda bu hanedanlık Amerika’da sanayi kurulmasını yasaklamış, vergileri ve limanlar arasındaki rekabeti artırmış, kilisenin İspanya’daki din merkezine para göndermesini dahi zorunlu kılmıştı. Çalışma ve yaşam koşulları halk için giderek zorlaşmıştı. Fakat bu sömürge otoritesine göre yerliler tembel ve rekabet duygusundan yoksundu. Oysa Bourbon’lar, İngiliz kapitalizmini bile yenecek bir öngörüye sahiptiler. Condorcanqui, hafifçe tebessüm etmekten kendini alamadı. Zira bu çok öngörülü sömürge otoritesi, birkaç saat sonra patlayacak olan Amerikan sömürge tarihinin en büyük isyanının lideriyle aynı masada oturduğunun bile farkında değildi.
İsyanın başlamasıyla son İnka Kralı Túpac Amaru’nun adını alacak olan José Gabriel Condorcanqui, bir İnka soylusuydu. Hatta İspanya Krallığı ona Oropesa Markiz’i ünvanını vermişti. En iyi okullarda eğitim almıştı. Çok okuyan biriydi. O dönem yasak olan Voltaire, Rousseau’dan çok etkilenmişti. Bununla beraber soylu bir zengin, tüccar ve yerlilerin idari-politik yönetiminden sorumluydu. Konumu gereği yerli halkla sömürge gücü arasında bir denge kurmak zorundaydı. Uzun zamandır Lima’daki sömürge valiliğinden yerlilerin madenlerde çalışma zorunluluğunun kaldırılmasını talep ediyordu. Ayrıca eski İnka güzergahında yeni bir ticaret yolu için izin almaya çalıştı. Fakat tüm talepleri geri çevrildi. Böylece isyan yalnızca yoksul değil tüccar yerli sınıfında baskısıyla gündeme geldi. Bu yeni sınıf fetihle Avrupa’dan gelen halkla yerlilerin karışımından oluşan bir bileşimdi.
Túpac Amaru, önemli bir haber geldiği bahanesiyle yemeğini bitirmeden masadan kalktı. Kendisini kasaba dışında bekleyen isyancılara katıldı. Daha sonra aynı yoldan evine dönen sömürge otoritesini tutuklattı ve onu And dağ sırasında olan karargahı Tungasuca’ya götürdü. Orada “El Corregidor” aralarında silah ve para temini sağlayan birçok önemli belgeye imza atmak zorunda kaldı. Ayrıca meclis binasının anahtarını da Túpac Amaru’ya teslim etti ve bütün bölgelerden temsilcileri 24 saat içinde toplantıya çağırdı.
Uygulanan taktik mükemmel biçimde sonuçlandı. Binlerce yerli, Afrikalı ve melez “criolla” Tungasuca’da toplandı. Túpac Amaru, kısa sürede örgütlenen bu ordunun başına geçti ve yürüyüşe geçti. İsyan iki bin kilometrelik bir alanda 100 bin silahlı savaşçıya ulaştı. Túpac isyanın başında İspanyol tahtına değil “kötü yönetime” karşı olduklarını açıkladı. Bunun başlıca nedeni tüccar sınıfın İspanyol egemenliğiyle değil Bourbon reformlarına karşı olmasıydı. Fakat isyan hareketi hızla radikalleşti. Túpac, tüm Amerika kıtasında ilk kez köleliği ve zorunlu çalışmayı yasaklayan bildirgeyi yayımladı. Hareket birkaç bin kilometre ötede yerel isyanlar tetikledi. 3200 kilometre güneyde Mendoza’da İspanyol kökenli “criolla” halk isyana katıldı. Sömürge valiliğine bağlı bazı askeri birlikler bile ayaklandı. Her yerde Túpac Amaru’nun bildirileri yayılmaya başladı. Túpac, Amerikan tarihinin ilk bağımsızlık bildirgesini işte bu koşullarda ilan etti.
Túpac Amaru önceki isyanları ve sonuçlarını iyi bildiğinden çok dikkatli bir plan yapmıştı. Bu nedenle isyanın ilk aşamaları başarıyla tamamlandı. Ancak onun hesap edemediği şey kıvılcımını çaktığı ateşin ne kadar büyüyeceğiydi. İsyan Túpac’ın yönetemeyeceği kadar yayıldı. Kendi bölgesinde yerli güçlerini denetleyebiliyordu ama daha ötesi değil. İspanyol kuvvetlerini Sangrara’da yenilgiye uğrattı. Fakat gücü varken, sırf barışı kolaylaştırmak için, valiliğin en önemli kenti olan Cuzco’ya girmedi. İspanyol askeri belgelerine göre bu onun yenilgisine giden stratejik bir hataydı. Eğer Cuzco’yu ele geçirseydi güçlü duvarları olan bu kentte yenilgiye uğratılması uzun zaman alacaktı. Buenos Aires’ten gelen 17 bin mevcutlu, modern silahlarla donatılmış orduyla karşı karşıya kaldığında ise fazla yapacak şeyi kalmamıştı.
Ele geçirilen Túpac’a günlerce engizisyon işkenceleri yaptılar. Kimlerin ona yardım ettiğini ağzından alamadılar. Yalnızca kendisinin sorumlu olduğunu söyledi. General José Antonio Areche, günlüğüne şöyle yazdı: “ İnka şefi Túpac Amaru çok güçlü bir ve doğaya ve ölçülemez bir dinginliğe sahip”.
18 Mayıs 1781 günü Túpac Amaru ve tüm ailesi Cuzco meydanına zincirlerle sürüklenerek getirildi. Amcası, yeğenleri, kuzenleri, karısı ve oğlunun önce dillerinin kesildi sonra demirle boğuldu. Vahşeti halka ve Túpac’a izlettiler. Sıra ona geldiğinde Túpac, İspanyolca ve ana dili Quechua’yla “Döneceğim ve milyonlar olacağım!” dedi. Dilini kestikten sonra parçalamak için kolları ve bacaklarından atlarla çektiler. Túpac’ın demirden iradesine atların gücü mü yetmedi bilinmez bunu başaramadılar. O zaman yatırıp uzuvlarını tek tek kestiler. Her parçasını bir eyalete gönderip halka gösterdiler. Yine de isyan durdurulamadı. Túpac’ın kuzeni Diego Cristobal ve bir Aymara şefi olan Túpac Catari Peru, Bolivya ve Arjantin And dağ sırasını birkaç yıl daha ellerinde tuttular. İsyan asla tam olarak bastırılamadı.
Túpac Amaru isyanın hazırlanışı ve yalnızca politik programının devrimciliği açısından değil ilk Amerikan ulus hareketi olması anlamında da öncü niteliğindeydi. Túpac’ın kehaneti gerçekleşecek, on beş yıl sonra tüm bu sömürgeler bağımsızlığını elde edince İspanyol İmparatorluğu çökecekti.
MST: “Topraksız Kır Emekçileri Hareketi “ (Brezilya)
Joao Goulart’ın 1964 darbesinde devrilmesine kadar bazı sendikal köylü örgütlenmeleri oluşmuştu. Goulart’ın toprak reformunu engelleyen askeri yönetim 1970 başlarında Brezilya’da yeni bir toprak rejimini uygulamaya koydu. Buna göre verimli topraklarda yaşayan köylü aileleri yerlerinden edilerek büyük çiftlikler kuruluyordu. Daha çok Amazon bölgesinde gerçekleşen bu olayın neredeyse tek tanığı ise orada bulunan rahiplerdi.
Sosyalist kimliğiyle tanınan, askeri diktatörlüğe karşı direnişin simgesi olan piskopos Helder Camara ve arkadaşları 1975 Haziranında Pastoral Toprak Komisyonu’nu(CPT) kurdu. Bu komisyon topraklarından atılan köylülerin dağınık olan mücadelesini birleştirmeyi ve kentlerden destek sağlamayı amaçlıyordu. Bir çatı altında toplanan köylüler bazı bölgelerde kendilerine ait “kurtarılmış” topraklar yaratmayı başardı. Burada yapılan ortak tarım ve tarımsal üretim kooperatifler aracılığıyla pazara sunuldu. Komün yapılanması içinde okullar inşa edildi. Böylece köylüler kendini sürdürebilen ve insan onuruna yakışır bir yaşam sürdürmeye başladılar. İlerde oluşacak bir Topraksızlar Hareketi’ne en somut sosyal temeli CPT tecrübesi sağladı.
Topraksız köylü mücadelesi bir dayanışma hareketinin ötesinde politik bir nitelik kazanmıştı. Özünde dini bir organizasyon olan CPT bu yapıyı daha ileriye taşıyamazdı. Fakat yeni hareketi kuracak olan liderler de bu yapıdan çıkacaktı. Topraksız Kır Emekçileri Hareketi (Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra-MST) ismi ilk kez 1983’te Ronda Alta’da Encruhizada de Natalino liderliğindeki bir eylemde kullanıldı. 25 hidroelektrik santralinin yapılacağı bölgede yaşamsal toprak ve su kaynağı köylülerin elinden alınıyordu. Bu eğer köylüleri doğrudan topraklarından çıkarmıyorsa onlar susuzluk sebebiyle onlar terk etmek zorunda kalıyordu. Tarımın modernleşmesi adına atılan adımlar asla iş bulamayacak köylülerin kentlere yığılmasına ve “favela” olarak adlandırılan gecekondulardaki geleceğin uyuşturucu kalelerine neden oluyordu. Üstelik toprakların birleştirilmesiyle hiçbir zaman ekilemeyecek olan sınırsız bir alan ortaya çıkıyordu. İşte MST ilk eyleminden itibaren bu kullanılmayan tarım arazilerini hedef aldı.
MST iki yıl sonra Ocak 1985’te ülkenin her yanından gelen 1500 delegeyle ilk kongresini yaptı. O günden bugüne 400 bin aileyi 22 milyon hektarlık işgal topraklarına yerleştirmeyi başardı. Delege sayısı 50 bini, üye sayısı 2 milyonu aştı. Tabi ki hareket yalnızca toprak işgali ve aileleri yerleştirmekten ibaret kalmadı. Çalışmak ve yaşamlarını sürdürmek için makine, tohum, kredi, teknik destek ve ürünün pazara ulaştırılması gibi etkenler olmasaydı aileler kısa sürede toprakları terk ederlerdi. Bu nedenle MST toprak işgali sonrası örgütlü bir disiplin altında mücadeleye devam etmede ısrarcı oldu. Tecrübeleri ışığında 20-30 ailelik gruplar oluşturdular. Topraklar bir kere işgal edilince bu aileler birbirine yakın evlerde oturdu ve her 30 ailelik komünün ihtiyacını karşılayacak dükkânlar, park, okul, kreş ve atık merkezi yapıldı. Ancak harekete üye ailelerin yaşam kalitelerini ve gelirlerini artıracak bir örgütlenme yaratmak hiç kolay olmadı. Zira işgal edilen genelde topraklar verimsizdi. Bu sorunu kooperatifler aracılığıyla kredi edinerek aşmaya çalıştılar. Krediyle gelen şartlar ürün çeşitliliği yerine tek ürünü dayatması pazara aşırı bağımlılığı getirdi. Ayrıca Brezilya’da büyük toprak sahibi sınıf Topraksızlar Hareketi’ne en acımasız biçimde saldırdı. Ülke topraklarının %42’sini elinde tutan %1’lik bir kesim, medya aracılığıyla MST’yi bir hırsızlar ordusu gibi göstermekle kalmadı, sayısız üyesini katletti. 1996’da Eldorado de los Carajás Katliamından bu yana 1500 köylü öldürüldü.
Bütün bu kuşatmaya, baskıya ve katliamlara rağmen MST büyümeye devam etti. MST bugün Brezilya’da neoliberalizme karşı ulusal mücadele veren en büyük örgüt olmayı sürdürüyor. Sayısız okulu,eğitim kurumları ve akademisi olan hareket ideolojik alanda da bir merkez niteliğinde. Partileşmeyen Topraksızlar Hareketi 2006 yılından bu yana İşçi Partisi’yle ittifak halinde.
0 YORUM