Latin Amerika’da medyatik savaş: Karşı devrim canlı yayında


30 Eylül, 2017    Yazılar



Latin Amerika yalnızca Washington merkezli kanlı darbelerin değil ABD merkezli sermaye ve medya tekellerinin de en önemli örneklerine ev sahipliği yapıyor. ABD’nin arka bahçesi olan bu topraklar sömürgeci politikaların medya-iletişim alanında da laboratuvarı sayılır. Sınıfsal ilişkiler gibi medya politikaları da çok nettir. Televizyonlarda arsız ve utanmaz biçimde emperyalist müdahaleler savunulur, yoksullar aşağılanır, zenginler ülkenin tek kurtuluşu olarak yansıtılır. Örneğin son bir yıldır neoliberal yönetimle idare edilen Arjantin’de gazeteler yoksullara daha az yemek yiyerek tasarruf etmeyi önerebiliyorlar. Ya da bir önceki hükümetin sakatlara bağladığı maaşı kesen yeni yönetime destek olmak için “sakatlar da çalışmalı” biçiminde yayınlar yapılabiliyor.

Latin Amerika’da medyatik savaş: Karşı devrim canlı yayında

2002 Nisan ayında Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in askeri bir üsse kaçırılmasıyla başlayan darbe sırasında bu ülkede bulunan İrlandalı gazeteci Kim Bartley tüm olanları kaydetmişti. Bartley daha sonra bu kayıtları birleştirerek oluşturduğu belgeseline “Devrim Televizyonda Gösterilmeyecek” ismini verdi. Bartley, bir devlet başkanının hiçbir şey olmamış gibi ortadan kaybolmasının; ardından bir grup işadamı, bürokrat, asker ve hatta kilise yöneticisinden oluşan bir grubun iktidara el koymalarını televizyonda normal bir durum gibi yayınlamasının tanığı olmuştu. ABD ve bazı Avrupa ülkelerinin hemen tanıdığı bu tuhaf yönetimin 47 saat sonra bir halk ayaklanmasıyla devrilip Chavez’in geri dönüşünün nasıl sansürlendiğinin de. Emperyalist medya tekelleri devrimi asla televizyonda vermeyecekti ama karşı devrim hep canlı yayında olacaktı.

Latin Amerika yalnızca Washington merkezli kanlı darbelerin değil ABD merkezli sermaye ve medya tekellerinin de en önemli örneklerine ev sahipliği yapıyor. ABD’nin arka bahçesi olan bu topraklar sömürgeci politikaların medya-iletişim alanında da laboratuvarı sayılır. Sınıfsal ilişkiler gibi medya politikaları da çok nettir. Televizyonlarda arsız ve utanmaz biçimde emperyalist müdahaleler savunulur, yoksullar aşağılanır, zenginler ülkenin tek kurtuluşu olarak yansıtılır. Örneğin son bir yıldır neoliberal yönetimle idare edilen Arjantin’de gazeteler yoksullara daha az yemek yiyerek tasarruf etmeyi önerebiliyorlar. Ya da bir önceki hükümetin sakatlara bağladığı maaşı kesen yeni yönetime destek olmak için “sakatlar da çalışmalı” biçiminde yayınlar yapılabiliyor. Böyle bir ortamda sağ ve sol ayrımları daha net ortaya çıkıyor: Solculuğun ilk kıstası emperyalizme ve onun ortağı olan medyatik oligarşiye karşı cepheden tavır almak oluyor.

Chávez’e ve Bolivarcı devrime karşı medya propagandası 2002’den bu yana kesintisiz ve küresel ölçekte sürüyor. Devrime ve liderine duyulan nefret o kadar güçlüdür ki Chavez öldükten sonra bile onun hatırasını gömmek için Hollywood’a büyük bütçeli dizi filmler çektirdiler. “El Comandante” isimli 60 bölümlük dizide Chávez’i canlandıran aktörün daha önce ünlü uyuşturucu patronu Pablo Escobar’ı oynayan kişi olması tesadüf değildi. Sony şirketi tarafından yapılan 60 bölümlük dizide politik süreç çarpıtılmakla yetinilmiyor, Chávez’i kişisel olarak da karalamak için her şey yapılıyor. Düşmanlarına bile tebessüm ettirecek kadar iyi bir espri anlayışına sahip olan Bolivarcı liderden bir tür Mussolini yaratıyorlar. Bir sapık, ilkesiz bir iktidar düşkünü kaba saba bir karakter ortaya çıkarıyorlar ki bu; amaçlarının kimseyi “Comandante”nin bir diktatör olduğuna ikna etmek değil sadece onu karalamak olduğunu gösteriyor.

Venezuela tüm operasyonların başlangıç noktası oldu: 2002 Venezuela darbesinden başlayarak kıtaya yönelik tüm operasyonlar medya saldırıları eşliğinde yapıldı. 2008’de Bolivya Devlet Başkanı Sosyalizme Doğru Hareketi’nin lideri Evo Morales’e karşı darbe girişimi de medya ataklarıyla geldi. O tarihte Bolivya’da tüm haber ve iletişim araçları beyaz azınlığın elindeydi. Fakat Morales bir dizi halk ayaklanmasıyla iktidara geldiğinden darbe girişimi başarısız oldu. 2009’da benzer bir komplo Honduras’ta Başkan Manuel Zelaya’ya karşı başarıya ulaştırıldı. 2010’da Ekvador’da Rafael Correa yönetimine karşı darbe, aylar süren medya propagandasının hazırladığı ortamda gerçekleşti. 2012’de Paraguay tarihinin ilk solcu devlet başkanı olan Fernando Lugo’nun devrilmesi yine aynı medya saldırıları eşliğinde gerçekleşti. Arjantin’de Başkan Cristina Kirchner’e karşı olan kampanya daha uzun bir sürece dayandı. Karşı propaganda başkan Cristina’yı intihar eden savcı Nisman’ı öldürmekle suçlamaya kadar uzadı. Brezilya’da İşçi Partisi’nin adayı Dilma Roussef’in seçimi kazandığı gün, medya şaibe kampanyası başlattı. Bundan bir sonuç çıkaramayınca Rousseff’in seçim kampanyasını usulsüz finanse ettiği propagandasına başladılar. Bu saldırılar ardı arkasına geldi ve 2016’da Rousseff parlamenter bir darbeyle devrildi.

Emperyalist medyanın belirleyici rolü

Bugün medya denilen kavramı çeyrek yüzyıl önce “basın-yayın” olarak ifade ederdik. TV-Radyo devlet tekelindeydi. Önce bu tekel ortadan kalktı. Sonra büyük kutlamalar eşliğinde tüm basın- yayın araçlarının belli ellerde toplandığına tanıklık ettik. Medya tekellerinin ulusal ölçekte oluşturulmuş bu primitif hali, dayandığı sermaye gücü kadar zayıftı ve büyük ölçüde iktidar(devlet) olanaklarından besleniyordu. Londra ve New York finans merkezlerinden küresel medya tekelleri kısa sürede gelip onları yuttu.

Günümüzde General Electric, News Corp, Walt Disney, Tıme Warner ve Vıacom tekelleri küresel ölçekteki tüm medya araçlarının %70’inin kontrolünü elinde bulunduruyor. Medya araçları olarak ifade edilen şey yalnızca yazılı basın ve TV-Radyo kanallarını değil; müzik endüstrisinden sinemaya, sosyal medyadan telekomünikasyon hizmetlerine kadar tüm kitle iletişim araçlarını kapsıyor. Söz konusu medya tekellerinin ardında güçlü bir finans desteği de bulunuyor. Örneğin İspanya’da medya komünikasyon hizmetlerinin %20’sini elinde tutan PRISA tekeli Santander ve HSBC bankalarına ait.

Medya tekelleriyle sermaye partileri arasındaki ilişki açıktır. Sermaye ve en gelişmiş propaganda araçlarının aynı ellerde toplanmasının devlet aygıtı içindeki ilk sonucu güvenlik bürokrasisinin etki altına alınmasıdır. Polis şefleri ve yüksek yargı üyeleri içinde medya tekellerinin çıkarlarını kollayan çok sayıda kişi vardır. Latin Amerika’da halkçı yönetimlerin medya tekellerinin ayrıcalıklarını her azaltma girişimi bu nedenle yüksek yargıya takılmaktadır. Arjantin’de medya yasasının uygulanması üç yıl yargı kararıyla durdurulabilmiştir. Brezilya’da ise medya tekeli polis ve yargı uzantılarıyla hükümet partisine operasyon yapabilecek kadar güçlüdür.

Küresel medya imparatorluğu, emperyalist politikaların temsil ve uygulayıcısı olmaktan öte planlayıcı ve inşa edicisi durumundadır. Pentagon, Washington, Londra ya da Frankfurt’taki karar alıcılar “uzman” sıfatıyla medya merkezlerindedir. Emperyalizmin uzun vadeli hedeflerini öngörür ve ona göre medya aygıtlarını konumlandırırlar. Rol vererek parlattıkları politik bir aktörün ömrü çok önceden bellidir. Çünkü ne yaparsa yapsın politikada bir aktörün imajı, onu çekenin kadrajı nasıl ayarladığına bağlıdır.

Propaganda araçları ulaştığı olağanüstü etkinlikle dünya sermaye gücünü belli emperyalist politikaların dışına çıkmadan yönlendirmeyi başarmaktadır. Bunun en net örneği küresel piyasaya bağımlı başlıca petrol üreticisi Venezuela’ya yönelik kuşatmadır. Bu ülke ticari ilişkilerinde tüm “uluslararası kurallara” uymasına rağmen banka hesapları kapatıldığı için  ihtiyacı olan gıda ve ilacı temin edemez duruma geldi. Venezuela örneği modern kapitalizmin en temel ilkesi olarak ifade edilen “serbest ticaret” kuralının sosyalist bir rejimi yıkmak için vazgeçile bilirliğini kanıtladı. 40 yıl önce Şili’de sosyalist Allende yönetimine yapılan komplo, Soğuk Savaşın bittiği bir dünyada, tekrar etti.

50 büyük medya devinin 26’sının merkezi ABD’de bulunuyor. Kuzey Kore Devlet Başkanının “teyzesini köpeklere yedirdiği” gibi ancak Hollywood senaryosu olabilecek kadar saçma bir “haberin” aynı anda tüm ülkelerde yayınlanma başarısı bu sayede gerçekleşir. Artık “normal” gördüğümüz günlük haber mantığı ise Kuzey Kore haberlerinden çok daha derin etkilere sahiptir. Medya haberlerinin %90’ı sade yurttaşın politikaya katılarak bir şeyleri değiştirebileceği beklentisini tüketmek üzerine kuruludur. Süper prodüksiyonlar, diziler ve haberler halkı hareketsizleştirme amacı taşır. Eğer medya bir hareketi özendiriyorsa bu mutlaka dipten gelmekte olan gerçek bir adalet arayışının önünü kesmek içindir. Eğer bu hareket engellenemiyorsa içeriden hareketi yozlaştıracak biri bulunur ve öne çıkarılır. “Polis ve göstericiler karşı karşıya” diye başlayan her sunum çatışmanın kaynağını gizlemek için yapılır. Medya iletişim araçları her koldan ve hiç durmaksızın yerküreye yayılmış hakim rejimi savunmaktadır. Bu süper dinamik bir savaştır. Oysa devrimi savunacak araçlar daima eksik, olanaklar yetersizdir. Devrimi yapanlar bir hükümet döneminde yıpranırlar. Karşı devrimin 24 saat canlı yayında olduğu sırada devrimi savunması gerekenler enerjilerinin büyük kısmını ideolojik tartışmalarda ve sonuçsuz alternatif ekonomi arayışlarında harcarlar.

Bolivarcı devrime karşı medyatik savaş

Chávez’e karşı 2002 Nisanındaki darbe koşullarını yine medya desteğiyle hazırlamışlardı. Chávez’in petrolü millileştirmesini engelleme için generaller televizyonlara çıkıp açıkça devlet başkanını tehdit etmişlerdi. Darbeye giden günlerde yaşanan sokak çatışmaları çarpıtılarak başta CNN olmak üzere uluslararası medya tarafından servis edilmişti. Bunların en önemlisi 11 Nisanda Llaguna Köprüsü üzerinde 19 kişinin öldürülmesiydi. Bu olay tamamen tersine çevrilerek Chávez yanlılarının üzerine yıkıldı ve aradan 12 saat geçmeden darbe gerçekleşti. Darbe bir halk ayaklanmasıyla yenildi ve Llaguna katliamının darbe taraftarlarınca gerçekleştirildiği kısa süre sonra ortaya çıktı. Fakat CNN’in Venezuela karşıtı haberleri yıllar boyunca aralıksız devam etti. CNN İspanyolca kanalını takip edenler günde en az üç saatin Venezuela’ya ayrıldığını bilirler. Yalnızca olayları çarpıtmakla yetinmeyen CNN Chavez’in ölümünden sonra adeta muhalefetin seçim kampanyasını yürüttü.

2014’te Ukrayna’daki Euromaidan’da başlayan faşist darbeyle eş zamanlı biçimde Venezuela’da başlayan ayaklanma ve geçtiğimiz Nisan ayından beri sürdürülen kalkışmaların tümünde CNN başroldeydi. Emperyalist medyanın Venezuela’ya yönelik karalama faaliyetinin başlıca hedefi bir ABD askeri müdahalesini meşrulaştırmaktır. Bu açıdan medya Libya ve Suriye’deki rolün daha kapsamlı ve uzun vadeli bir biçimini sürdürmektedir.

Emperyalist medya Bolivarcı yönetimin halkçı politikalarını“siyasi istikrarsızlık” olarak sundu. Devrimci adımlara direnen gerici sınıf ve örgütleri tek meşru muhalefet saydı. Uzun süredir muhalefetin bir baskı rejimiyle ezildiği propagandasını yaptı. Bu sırada hükümetin almak istediği önlemler “ifade özgürlüğünün kısıtlanması” ve “bağımsız medyanın susturulması” olarak yansıtıldı. Sokak çatışmaları, ölümler, terör ve yağma haberleriyle ortaya bir “insani kriz” çıkarıldı. “İnsani kriz” adeta bir parola gibi Birleşmiş Milletler’den tüm uluslararası örgütlere yayıldı. Merkezi ABD’de olan İnsan Hakları ve Af Örgütü gibi kurumların hazırladığı dosyalar internet bağlantısının bulunduğu her yere ulaştırıldı.Sosyal medyada ABD’ci muhalefeti desteklemek ve Başkan Maduro’yu karalamak için sınırsız kampanyalar düzenlenmeye başlandı. Venezuela’ya bir “uluslararası müdahale” için gerekli koşullar hazırlandı.

Arjantin’de oligopol medya “Clarin”in halkçı yönetime karşı savaşı

1976 faşist darbesinin ilk işlerinden biri basın kağıt tekelini Clarin grubu ve La Nacion gazetesine vermekti. Clarin grubu faşist diktatörlüğün tüm suçlarını gizleyerek ve ona karşı verilen mücadeleyi karalayarak bunun karşılığını verdi. Diktatörlüğün gözaltına alıp kaybettiği 30 bin yurttaşın akibetini ve gizli sorgu merkezlerini gizledi. İlişkileri o kadar ahlaksız ve vicdansız bir düzeydeydi ki Clarin’in sahibi Ernestina Herrera de Noble’nin evlat edindiği iki çocuk, katledilen devrimci ailelerden çalınıp hediye edilmişti.

2003- 2015 yılları arasında Kirchner’lerin halkçı yönetimi Clarin tekelini kırmaya dönük çaba sarf etti. Bu grubun internet dağıtım hizmetlerini ve kablolu yayın ağını tamamen kontrol etmesine engel olundu. Futbol maçları paralı kanaldan alınıp devlet televizyonuna verildi. Clarin grubu ve La Nacion ülke ihracatını elinde bulunduran tarım tekellerini arkasına alarak yanıt verdi. 2008’deki patron lokavtı Arjantin sermayesinin Kirchner yönetimine ilk blok halinde saldırısı oldu. Geleneksel Arjantin oligarşisinin 40 yıllık kaptan gemisi olan Clarin grubu tarım tekellerine bağlı çeteler tarafından katledilen köylülerin haberini yapan gazetecileri de işten atıyordu.

Kirchner yönetimi 2009 yılında bu oligarşik medyanın egemenliğine son verecek bir “Medya Yasası”nı halka sundu. Yasa medya tekellerinin radyo ve TV frekanslarını işgal etmelerinin önüne geçiyordu. Medya tekellerinin elinde tuttuğu yüzlerce TV- Radyo frekansını halk örgütlerine, sendikalara ve derneklere devretmesi sonucunu doğuruyordu. Yasa üç yıl toplumun en geniş kesimlerinde tartışıldı. Meclis ve senatoda onaylandı. Clarin’in avukatları Yüksek Mahkemeye başvurarak yasanın uygulanmasını durdurdular. Fakat sonunda mahkeme de diyecek bir şey bulamadı. Bu sırada uluslararası medyada Arjantin’de basın özgürlüğünün engellendiği yönünde haberler çıkıyordu. ABD mahkemeleri Arjantin’in hesaplarını dondurarak Akbaba Fonlarına yeni borçlar çıkarıyordu. 2011’de bir ABD askeri uçağını arayan Arjantin güvenlik güçleri, uçağın içinden çıkan kokain ve özel dinleme cihazlarını basına teşhir etmesiyle birlikte Obama yönetimi Arjantin’le tüm ilişkilerini kesti. Kirchner yönetimi Chávez’le beraber ABD’nin devrilmesine öncelik verdiği hükümetler listesinin başına yerleşti.

Başkan Kirchner İran’la kopan diplomatik ilişkileri yeniden başlatarak uluslararası bir hamle yaptı. CIA ile ilişkili savcı Alberto Nisman Başkan Cristina Kirchner hakkında “teröre destek” verdiği suçlamasıyla tamamen yasadışı bir iddianame hazırladı ve intihar etti. Savcının intiharı uluslararası medyada Başkan Cristina aleyhine yoğun bir yayına imkan tanıdı. İlk olarak İsrail’in açıklama yaptığı olay zaten uzun süredir ABD’yle çatışma halinde olan Kirchner hükümetini açık hedef haline getirdi. Clarin grubu Fransa’da Charlie Hebdo için yapılan devlet başkanları yürüyüşüne Arjantin’in katılmaması üzerine yaptığı hükümet karşıtı kampanyayı Savcı Nisman’ı yayınlarına katarak artırmıştı.

Nisman olayı Arjantin İstihbaratında depreme yol açtı. Hükümet istihbaratı temizlemeye kalktığında Operasyonlar Daire Başkanı Antonio Stiusso ABD’ye sığındı. Arjantin egemen sınıfları, gerici bürokrasi, uluslararası sermaye ve emperyalizm bu ülke tarihinin en büyük ittifakını Kirchner yönetimine karşı oluşturdu. Tarım tekelleri ürün ihracını durdurdular. Döviz spekülasyonu baş gösterdi. Amaç anayasaya göre en fazla üst üste iki kez başkan seçilme hakkı olan Kirchner’in anayasayı değiştirip yeniden seçilmesini engellemekti ve bunu başardılar.

Cristina Kirchner’in seçimlere katılamadığı koşullarda sağ blok %1 farkla zafere ulaştı. Ülkenin en zenginlerinden Mauricio Macri devlet başkanı seçildi. İlk işi bir kararname yayınlayarak Medya Yasasını askıya almak oldu. Sonra da Kirchner hükümetinin ödemeyi reddettiği 15 miyar doları Akbaba Fonlarına verdi. Eski başkan Cristina Kirchner’e bir yıl içinde üç ayrı ceza davası açıldı.

Brezilya’da Başkan Rousseff’in düşürülmesi

Arjantin’deki Clarin’den çok daha güçlü bir Medya Grubu olan Brezilyalı Globo 13 yıllık İşçi Partisi iktidarına karşı tüm kampanyaların baş aktörü oldu. Küresel ölçekte en çok izlenen ikinci Tv kanalı olan Globo, multimedya şirketiyle de dünya çapında en çok gelir elde eden beşinci grup unvanına sahip. 2013 yılındaki geliri 6,3 milyar dolar olarak açıklanan Globo’nun Latin Amerika’nın birçok yerinde TV kanalı var. Grubun yükselişi 1965-1985 yılları arasında Brezilya’yı yöneten cunta döneminde gerçekleşti. Brezilya’nın Rockefoller’ı sayılan Globo’nun patronu 2003’te 98 yaşında öldüğünde geriye milyarlarca dolar servet bırakmıştı.

Lulada Silva liderliğindeki İşçi Partisi yönetimi Brezilya’nın özgün koşullarını zorlamadan sosyal gelişmeyi sürdürmeyi denedi. Sermaye çevreleriyle karşı karşıya gelmemeye özen gösterdi. Hatta Lula ikinci Başkanlık döneminde Globo’nun bir yöneticisini İletişim Bakanı yaparak bir anlamda bu tekeli hükümet ortağı yaptı. Lula bununla beraber 2010’da bir yasa çıkararak alternatif bir kamu medyası oluşturma adımı attı. Globo karşısında zayıf olan diğer TV kanalları ve komünikasyon şirketleriyle işbirliği geliştirdi. Lula bu yeni durumu “komünikasyonda daha az monopol olacak” sözleriyle ifade etti. O tarihe dek cepheden karşı çıkmayan Globo Grubu, Lula’nın politikasını “Sovyetleştirme” diye tanımladı. Globo liderliğindeki medya grupları Ulusal İletişim Konferansını terk edip hükümetle ilişkilerini kestiler. Medya’nın çatı örgütleri ABERT ve ANJ bir deklarasyon yayınlayarak Arjantin’dekine benzer bir medya yasasının çıkmasından duydukları endişeyi duyurdular ve bölge ülkelerinin medya gruplarını birleşmeye çağırdılar.

Lula’nın başkanlık süresi dolarken küresel ekonomik kriz Brezilya’da da etkisini göstermeye başlamıştı. Medyanın hükümete ilk yolsuzluk suçlamaları da aynı döneme denk geldi. 2010 seçimlerine sağ cephe Globo’nun belirlediği bu politikayla girdiyse de seçimi İşçi Partisi adayı Dilma Rousseff kazandı. Fakat Globo grubu yargı ve polis işbirliğiyle medyatik operasyonlarına devam etti. “Lava Jato” adı verilen ve İşçi Partisinin önemli yöneticilerine yönelik operasyon, Rousseff’in devrilmesine giden süreci başlattı. Operasyon 2015 yazında devlet petrol şirketi Petrobras’a kadar uzandı.

2014 seçimlerini Rousseff %1 farkla kazandığında medya ve muhalefet önce bu sonucu tanımadı. Sonra İşçi Partisinin kampanyasını usulsüz biçimde finanse ettiğini iddia etti. Petrobras operasyonu meclise taşındı ve Rousseff hakkında hiçbir şaibe olmamasına rağmen “impeachment” (başkanın meclis oylamasıyla düşürülmesi) gündeme geldi. Böylece hem İşçi Partisi iktidardan düşürüldü hem de Lula’nın politikaları sayesinde dünyanın en büyük petrol şirketlerinden biri haline gelen Petrobras’ın zayıflatılarak özelleştirilmesinin önü açılmış oldu.

Dilma’nın parlamenter darbeyle devrilmesinden sonra Lula yeniden başkanlığa aday oldu. Fakat yargı İşçi Partisi liderini dokuz yıl hapis cezasına çarptırdı. Hükmü veren hakim Globo Grubu’yla yakın ilişkili Sergio Moro’ydu. Moro eski devlet başkanı Lula’nın gizli olması gereken sorgu kayıtlarını iki saat sonra  GloboNews’e verecek kadar pervasızdı.

Honduras, Ekvador ve Paraguay darbelerinde medyanın rolü

2005 sonunda Honduras Devlet Başkanı seçilen Manuel Zelaya bir halk ekonomisi inşa etme yönünde adımlar attı. Bazı siyasi reformlara girişti. Bolivarcı İttifak’a yaklaşarak ekonomide ABD’ye bağımlılığı azaltmaya çabaladı. Neoliberal anayasayı değiştirmek için referanduma gitme kararı yüksek mahkeme ve ordunun direnişiyle karşılandı. Referandumu engellemek için sağ partiler, yargı ve bürokrasi desteğiyle harekete geçirilen ordu 2009 Haziranında Zelaya’yı darbeyle indirdi.

Küçük bir ülke olan Honduras’ta iki medya tekeli “La Prensa” ve “El Heraldo” 2007’de, Başkan Zelaya’nın 13 telefon görüşmesini yayınlayarak kampanyayı başlattı. Bu yasadışı dinlemeler CIA’dan alınmıştı. Zelaya medyaya meydan okuyarak halka şikayet etti. Bu medya grupları ABD ile tarihsel ortaklığı bulunan büyük toprak sahipleri ve sermayenin temsilciliği yapıyordu. Darbe gerçekleştiğinde de açıkça savundular. Wikileaks belgelerine göre Honduras’ın ABD Büyükelçisi darbe günü 28 Haziranda El Heraldo’nun sahibi Jorge Larach’la toplantı yapmıştı.

30 Eylül 2010 tarihinde Ekvador Devlet Başkanı Rafael Correa’yı devirmeyi hedefleyen darbe girişimi de yine medya desteğiyle geldi. 2007’de iktidara gelir gelmez ABD’nin Latin Amerika’daki en büyük hava üssünü kapatan, IMF ile ilişkileri kesen ve Bolivarcı İttifak’a giren Correa’ya medyanın nefreti büyüktü. Ağustos ayında başlayan polis grevi silahlı isyana dönmüş, ayaklanmaya bir grup asker başkent havaalanını ele geçirerek destek vermişti. Correa’ya basın açıklaması sırasında gaz bombası atılmış, yaralanan Ekvador devlet başkanı kaldırıldığı hastanede kuşatılmıştı. Correa kuşatıldığı polis hastanesinden kurşun yağmuru altında ordu operasyonuyla kurtulmuştu. Yaşananlar açıkça kameralara yansıdığı halde medyanın amiral gemisi El Universo, Correa’nın darbeyi kendi eliyle yarattığı yönünde propagandaya başladı. Bu nedenle gazete 10 milyon dolar ve sahipleri 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Tazminatı ödeyen gazete sahiplerini Correa başkanlık yetkisini kullanarak affetti. Fakat medyanın Correa yönetimine tavrı değişmedi. Medya, Correa’nın yerine 2017 seçimlerinde aday olan yardımcısı Lenin Moreno’ya karşı, ülkenin en zengin kişisi olan banker Guillermo Lasso’yu blok olarak destekledi. Seçimler öncesinde halkın %60’ının mevcut yönetime karşı oy vereceği yalanına dayanan yoklamalar yayımladılar. Medya gruplarına bağlı tüm köşe yazarları açıkça Correa döneminin sonlanması çağrısını yaptı. CNN’e bağlı muhabirler de dahil yoğun bir tweet paylaşımında bulundular. Banker Lasso’nun Panama’da ortaya çıkan offshore hesaplarıyla ilgili haberleri yayınlamadılar. Seçim arifesinde Venezuela’daki kriz üzerinden Bolivarcı İttifak’ı(ALBA) karalamaya başladılar. Tam bu sırada “El Comandante” dizisini yayına koydular. Fakat sonuçta başarısız oldular.

Paraguay’da 2012’de halkçı başkan Fernando Lugo’nun parlamenter bir darbeyle koltuğundan düşürülmesi sırasında da medya komploda etkin rol almıştı. Solcu başkan Lugo büyük toprak sahiplerinin yaptığı bir katliam bahane edilerek devrilmişti.

Karşı devrim canlı yayına devam ediyordu…

 

 

 

 

 

Videolar





Haberler

İğrenç bir komplo!
Adamın partisine el koydukları yetmemiş gibi şimdi de fuhuşla suçlayıp itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar.
Venezuela’da parlamentodan sonra partiler rejimi de sona eriyor
Venezuela’da iki sosyalist partiye kayyım atandı
Nobel’in ardındaki “Zürafa” öldü
Mercedes Barcha Pardo, cumartesi sabahı Meksika başkenti Meksiko’da, 87 yaşında hayata gözlerini yumdu. Külleri eşinin yanına Cartagena Kolombiya’daki mezarına taşındı.
Bolivya'da darbe bitmiyor
Bolivya, Evo Morales’in darbe ile ülkeyi terk etmek zorunda kalışının üzerinden henüz bir yıl geçmeden yeni bir darbeyle karşı karşıya. Daha önce 2 Mayıs olarak belirlenen ve sonra 6 Eylüle alınan seçimler Yüksek Seçim Mahkemesi (TSE) kararıyla üçüncü kez belirsiz bir tarihe ertelendi. Güvenlik güçleri kararı protesto eden halka karşı ateşli silahlar kullanıyor. Son on günde en az yüz kişinin ordu ve paramiliter güçlerin saldırılarında öldüğü tahmin ediliyor.
Ve sonunda Bolsonaro da maskeyi taktı (Kısa bir süreliğine de olsa)
Pandemiye karşı önlem almamakla ünlü Brezilya devlet başkanı Jair Messias Bolsonaro'da Kovid pozitif çıktı.
“Sıfır Numaralı” Komutan’a Veda
Tarihin nasıl ilerleyeceği meçhuldür ama eğer ilerleyecekse bu sıra dışı kişilerin “zoruyla” olacaktır. Althusser’in dediği gibi “Gelecek Uzun Sürer”, tarih yavaş ilerler, toplumlar zamanla evrilir ve devrimlerle dönüşürler. Verilen mücadelelerin şiiri gelecek kuşaklara miras kalır. İyiler ve kötüler, ta ki kurnazlar ortaya çıkana dek, alışkanlık gibi savaşı sürdürürler. Çünkü tarihin akışını değiştirmek için savaşmak yetmez. Onu farklı biçimde yorumlamak da gerekir.
Maduro’yu Kızıl Bereli Burjuvalar mı devirecek?
Venezuela başkenti Karakas’tan kalkan T7-JIS kuyruk numaralı bir jet Cuma gece yarısına doğru Senegal kıyılarının karşısında bulunan Cabo Verde uluslararası havaalanına indi. Uçağın içinde Amerikan güvenlik birimlerinin beklediği önemli bir misafir vardı: Alex Nain Saab Morán adındaki Kolombiya kökenli bu iş insanı ABD’nin Maduro yönetimine yönelik açtığı ve ucu Türkiye’ye kadar uzanacak davaların kilit bir ismiydi.

Latinamerikainfo | Copyright 2014 | Sitemizde Kullanılan Tüm Yazı ve İçerikler Özgür UYANIK'a aittir. İzinsiz ve İsim Belirtmeden Kullanılamaz. Tüm Hakları Saklıdır.