28 Kasım, 2016 Yazılar
Sosyalizmi hedefleyen bağımsız devrimci hareketlerin kitleselleşmesi Marksizmi Sovyet tekelinden kurtardı. Halkçı, bürokratik olmayan, yerel ve demokratik niteliklere sahip bir Marksizm kıtada kendini üretme koşulu buldu. Bu anlamda Allende iktidarı olağanüstü bir sıçramaydı. Fidel’in dinamik liderliği Latin Amerika’daki devrimci hareketler arasında hiç görülmemiş bir dayanışma koordinasyon kurdu
Her devrim bir sonrakinin habercisidir ve ortaya çıktığı yerde kalmaz. Kendinden çok uzaklarda yaşayan toplumları da özgürleştirecek bir dalga yaratır. Fakat hep bir kargaşa ve yokluk döneminde patlak verir. İlk başlarda bir türlü kendini olduramaz gibi görünse de merkezden uzak başka yerlerde çoktan kendini inşa etmeye başlamıştır. Aynen Fransız devrimi büyük bir kargaşa içinde kendini tüketecek sanılırken Avrupa krallıklarını birer birer yıkması gibi. Domino taşı gibi peş peşe yıkılan krallıklar kıta Avrupa’sından çok uzaklarda Latin Amerika’daki tüm İspanyol sömürgelerine bağımsızlık yolunu açtı.
1810-1824 yılları arasında Amerika kıtasında tüm ülkeler bağımsızlığını kazanmıştı. Fakat siyasal rejimlerin kurulması, iç çatışmaların sona ererek bir dengeye kavuşması için bir asır geçmesi gerekti.
20. yüzyılın başından itibaren seçme seçilme hakkının uygulamaya konması siyaset alanına emekçilerin de katılımını sağladı. Birinci dünya savaşı sırasında ve öncesinde Avrupa’dan gelen büyük göç dalgasının da etkisiyle Latin Amerika değişmeye başladı. Modern siyasetin ana aktörleri burjuvazi ve işçi sınıfı karşı karşıya geldi. Latin Amerika’da önceki yüzyıllardan gelen, yerli ve köylülerin ayaklanmaları ile salt toprağa bağlı, bir yarı-askeri oligarşiye dayalı denge böylece bozulmuş oldu.
Anarko-sendikalistler bir siyasal programa dayanmaksızın, işçileri kışkırtarak ve sabotajlar üzerinden propaganda yapıyordu. Henüz asgari ücret, sigorta, emeklilik hakkı hatta çalışma saati sınırlaması dahi yoktu. Grevler ve işçi direnişleri çoğunlukla kanlı biçimde sona eriyordu. Güçlü bir hareket vardı ama hedefi belirsiz ve kolayca manipüle edilebilen bir yapıdaydı. Ta ki Rusya’da Ekim Devrimi patlak verene kadar işçi sınıfının bir iktidar hedefi olabileceği –en azından Latin Amerika’da- düşünülemezdi.
Tarihteki ilk proletarya devriminin haberinin alınması bile bir şeylerin değişmesi için yetti. Sendikal hareketler daha örgütlü ve radikal bir hal aldılar. Sosyalist düşünce ve hareketler her yere yayıldı. Egemenler büyük endişeyle her yerde işçi direnişlerini yok etmeye yöneldi. Latin Amerika’daki büyük işçi katliamlarının Ekim Devrimini izleyen yıllara denk gelmesi tesadüf değildir.
Bağımsızlık sonrası toplumun normlarını oluşturması çok uzun zaman almıştı. Oysa Ekim Devrimi çok kısa sürede yeni toplumun yaşam biçimi ve normlarını oturtmuştu. Bu olay tüm ülkelerdeki burjuvalar açısından şok ediciydi. Yeni toplumsal güç olan işçi sınıfı modern, canlı, üretken bir kültürle geliyordu. Bu nedenle çok hızlı karar alıp organize olabiliyordu.
İşçi sınıfının çok sağlam bir siyasal programı vardı. Kadın-erkek eşitliği, siyasal haklar, çalışma yasaları, eğitim hakkı, eğitim ve devletten dinin tamamen soyutlanması gibi her şey yeniydi. Yeni toplumsal güç yepyeni değerlerle geliyordu.
Bu durumda burjuvazi iki şey yaptı: Birincisi işçi sınıfının kendi için bir siyasal güç olmasını engellemek amacıyla sınırsız bir şiddet kullandı. Grev ve işçi hareketlerini engellemek için savaş yasaları çıkarıldı. Örneğin Latin Amerika’da ilk komünist partinin kurulduğu Arjantin başkentinde 1919 Ocak ayında bir hafta içinde 800 işçi öldürüldü, 50 bin işçi tutuklandı. 1921’de Santa Fe’de İngiliz işletmesi La Forestal direnişinde bin işçi, 1922’deki Patagonya direnişinde 3 ile 5 bin işçi katledildi.
İkincisi, burjuvazinin diğer bir kanadı reformist politikalar geliştirdi. Üniversite reformları, çalışma koşularında bazı iyileştirmeler yapıldı ve popülist partiler kurdu.
Sınıf hareketi daha da güçlendi ve tüm kıtaya yayıldı. Meksika, Kolombiya, Brezilya ve hatta Bolivya’da modern işçi hareketleri, genel grev ve direnişler ortaya çıktı. Fakat bunların Sovyet Devriminin sonucu olduğunu söyleyemeyiz. Daha çok Kuzey Amerikalı, İngiltere ve Avrupa merkezli şirketlerin yoğun emek ve doğal kaynak sömürüsünün sonucuydu tüm bunlar. Latin Amerika pazarının Amerikan ve Avrupalı emperyalist-kapitalist merkezlere olan bağımlılığı yeni bir durum değildi. Kıtadaki egemenler sermaye ve teknik destek karşılığında ülkelerinin doğal kaynak ve emek gücünü sınırsız biçimde emperyalizme açmıştı.
Ancak Sovyet merkezli politika kıtadaki devrimci birikimi anlamaktan ve değerlendirmekten uzaktı. Çoğu, işçi katliamlarıyla sonuçlanan direnişlere önderlik eden devrimci liderleri maceracılıkla suçladılar. Örneğin Kolombiya’da işçilerin “emeğin çiçeği” adını verdikleri bir kadın Maria Cano, United Fruit Company direnişine verdiği destek sebebiyle komünist hareketten dışlanmıştı. Cano gibi bir çoklarını tasfiye edip siyasetten yalıttılar. Latin Amerika’daki KP yönetimlerini Sovyetler ya da Avrupa’dan gönderilen komiserlerin denetimine verdiler. Almanya merkezli faşizm Sovyetleri tehdit etmeye başladıkça bu denetim mutlak bir hal aldı. Sovyet siyaseti, kıtadaki Komünist hareketi iktidar hedefinden uzaklaştırıp faşizme karşı kendisinin desteklenmesi için burjuvaziyle ittifaka zorladı.
Bu dönem KP’lerin silikleştiği ve kitlelerden uzaklaştığı bir dönemdi. İkinci Dünya Savaşı bittiğinde ise eski şablonu yeni döneme uygulamaya kalktılar. Kıtada tek alternatif olan halkçı ve milli liderlikleri faşizmle özdeşleştirdiler. Onlara karşı ABD ile ittifaklar geliştirdiler. Bu halkçı liderliklerin askeri darbelerle devrilmesine destek verdiler. İşçi ve genel halk kesimlerinde nefret uyandıran bu politikanın etkileri çok uzun yıllar boyunca sürdü.
1945 sonrası KP’lerin sendikal hareket ve genel emekçi örgütlenmelerinden soyutlandığını gözlemliyoruz. Sendikalar büyük oranda birer milli lider ardında toplandılar: Arjantin’de Juan Domingo Peron (1946-1955,1973-1974), Brezilya’da GetulioVargas (1951-1954) veJoãoGoulart (1961-1964), Ekvador’da José María Velasco Ibarra (1952-1956), Peru’da Fernando Belaúnde Terry (1963-1968) ve Juan Velasco Alvarado (1968-1975), Meksika’da Luis Echeverría (1970-1976), Kolombiya’da Alberto Lleras Camargo (1958-1962), Venezuela’da Carlos Andrés Pérez (1974-1979), Dominik Cumhuriyeti’nde Joaquín Balaguer (1966-1978), Şili’de Carlos Ibáñez del Campo(1952-1958) iktidarları, genel halkçı politikalarıyla işçi hareketlerini kendilerine manipüle etmeyi başardılar. KP’ler ise bu yönetimlere aldıkları tavırla gayri milli duruma düştüler ve genel emekçi kesimlerden uzaklaştılar.
KP’lerin yeniden devrimci arenaya dönmesi Küba Devriminden sonra gerçekleşti. Sovyetlerin Küba’yla kurduğu ittifak ve yeni Küba yönetiminin bir KP olarak tasarlanması onlara itibar kazandırdı. 1960’lardan itibaren de Sovyetlerden bağımsız çok sayıda komünist parti ve örgüt kuruldu. Fakat kıtadaki komünistlerin Sovyetlerden bağımsız olabilmesinin koşulu Troçkist kampta bulunmasıydı. Bürokratik olanları saymazsak devrimci örgütlenmeler açısından bu Stalinizm’e daha yakın bir “Troçkizm”di. Sadece Sovyetler karşısında bağımsız bir konumda olmayı garantiliyordu.
O yıllarda bir başka önemli faktör Çin Devrimiydi. Bu Asya’nın devi her anlamda komünist harekete taze kan taşıyordu. Örneğin gerilla ve halk savaşının da sosyalist bir iktidarın kuruluşuna aracılık yapabileceği görüldü. Yine de birçok yeni devrimci deneyimin yaşandığı Çin, Latin Amerika’ya model değildi.
Revizyonizmin Sovyet siyasetine egemen olması, Çin-Sovyet Kutuplaşması ve nihayetinde Gorbaçov’lu yıllar KP’leri yok oluşa götürdü. Birçok Latin Amerika ülkesinde KP tabelaları indirildi ve buradaki kadrolar başka partiler içinde siyaset yapmaya başladı. Arjantin ve Peru’daki KP’ler ise banka sahipliği gibi bazı ticari alanlarda sahip oldukları desteklerle ayakta kalmayı başardı. 90’ların neo-liberalizmi tüm sistem partilerini tüketince KP’lerde yeniden siyasete adım atabildiler. Geçmişin hatalarını tekrarlamaktan kaçınarak halkçı-milli yönetimlere destek verdiler. Günümüzde yeniden işçi hareketiyle ilişki geliştirerek eski kimliklerini kazanma çabası içindeler.
Latin Amerika komünist hareketi dört aşamada gelişti
Hazırlık dönemi
1919 ortalarına kadar sürdü. Bu aşamada Latin Amerika sosyalist hareketleri ortaya çıkmış ve Avrupa’daki sınıf hareketiyle ilişki kurmaya başlamıştır. Aynı dönemde ütopik sosyalizm, anarşizm ve anarko-sendikalizm ile sosyalist kulüpler, dergiler ve gazeteler kıtada görüldü. İkinci Enternasyonal'de Uruguaylı bazı delegeler ve gözlemciler ile Şili ve Brezilya katıldı.
Marksist eserlerle kıtanın tanışması ise hayli erken bir dönemde oldu. Bir grup Meksikalı işçi 1870'de Komünist Manifesto'yu ülkelerine getirdi. Arjantinli Juan B. Justo ise 1895'de Kapital'in ilk cildini çevirdi.
Bunlar ağırlıkla Amerika'ya gelen Avrupalı göçmenler aracılığıyla gerçekleşti. Latin Amerika’da Marksistlerin ilk kuşağı göçmenlerdi. Fakat Marx'ın teorisini tanımakla beraber ona "sıkı" biçimde bağlı değillerdi. Etkili olan anarko-sendikal hareketlerdi.
Devrimci Marksist akımlar(1919-1935)
İkinci aşama, Komintern'in kuruluşuyla başlayıp 1935'te sona eriyor. Bu dönemde Komünist Enternasyonal yedi dünya kongresi gerçekleştirdi. Latin Amerika’daki kıtasal komünist partiler kuruluş aşamasındaydılar; siyasal etkileri açısından zayıftılar. Komünist Enternasyonalin İcra Komitesi ile sıkı ilişkileri vardı. Tüm kıta Komünist Partileri 1918 ile 1931 yılları arasında kurulmuşlardır. Latin Amerika’nın ilk KP’si 1918’deArjantin’de, ikincisi ise 1919’da Meksika’da kuruldu.
1924-29 yılları arası bu partilerin iç mücadeleleri ve ilk fraksiyonları ortaya çıktı. Bu dönem aynı zamanda Latin Amerika’da “Milli Devrim” fikrinin ortaya çıktığı aşamadır. Sovyet devriminin etkisiyle komünist partilerin içine giren ve orada Marksizmle tanışan genç bir kuşak vardı. Bunlar ilk önce Meksika Devrimini gözlemlemek için bu ülkeye gittiler. Victor Haya de la Torre’nin “yerli-Amerikası” çıkışlı milli demokratik devrim fikri bu tecrübeden çıktı. De la Torre, Komünist parti etkisinden koparken teorisi tüm kıtaya hızla yayıldı. Onun sol yorumu olan yakın çalışma arkadaşı Jose Mariategui de bir süre sonra ondan ayrıldı. Mariategui’nin fikirleri yavaş ama sağlam biçimde Latin Amerika devrimci mücadelesine damgasını vurdu. İkinci dünya savaşı sonrası çıkan silahlı hareketlerin tümüne ilham kaynağı oldu.
Meksika’ya gidenler arasında Orta Amerika’daki ilk antiemperyalist silahlı direnişlerin önderleri de vardı. El Salvador’dan Farabundo Marti ve Nikaragua’dan Augustin Cesar Sandino Meksika Komünist Partisi’yle ilişki halindeydiler. Sandino 1926’da Nikaragua’da ABD’ye karşı dünyanın ilk gerilla savaşını başlattı ve başarıya ulaştı. ABD 1933 resmen Nikaragua’yı terk etme kararı aldı. El Salvador’da ise halk ayaklanması 1932’de patlak verdi. Bu her iki direnişte on binlerce kişi öldürüldü. Farabundomarti 1932’de, Sandino ise 1934’te öldürüldü. Onlar da ilham aldıkları Meksika devriminin önderleri Zapata ve Villa’nın kaderini paylaştılar.
1929’dan 1935’e kadar geçen dönemde ise sendikal ve halk hareketinin genişlemesine tanık oluyoruz. Fakat hükümetler düzeyinde Komünist Enternasyonal partilerinin etkisi çok zayıftı. Onlar daha çok toplumsal mücadeleye teorik ve pratik katkılarda bulundular. Bu noktada teorik gelişime etki eden iki ana aktörün biri Sovyet merkezliyken diğerinin Mariategui olduğu ağırlıklı görüştür. Zira Mariategui, de la Torre’den farklı olarak marksizmin teorik temellerine inmeyi tercih etmişti.
Mariategui’nin dergisi Amauta, 'ulusal' ve 'popüler' vizyonuyla köylülüğün rolü ve yerli "sorunun" üzerinde durdu. Bu çaba onun toprağa ayağı basan bir sosyalizmin kahramanca yaratılması gerektiğini ortaya koyuyordu.Çünkü tarih Latin Amerika’da sınıfsal-politik gelişmenin savaşsız olmayacağını kanıtlamıştı. Bu eğilim Enternasyonale bağlı Ortodoks Marksisler tarafından küçümsendi ve yalnızlığa terk edildi.
Burjuvaziyle ittifak fantazisi ve anti-devrimci 'Browderizm' (1935-1959)
Üçüncü aşama, Enternasyonalin yedinci, son dünya kongresinin kutlanmasıyla başlar ve Küba Devriminin zaferiyle sona erer.
Yedinci Kongrede, Stalin'in ağırlığını koymasıyla uluslararası komünist hareket taktik ve strateji değiştirdi. Yükselen faşizm ve yaklaşan savaş koşullarının etkisiyle “demokrasiyi” savunmak için burjuvaziyle ittifak kurma politikası benimsendi. Bu sınıf işbirliğinin aracı da cephe politikasıydı. Aynı zamanda baş düşman olan emperyalizm, faşizmle yer değiştirdi. İçeride ise düşman olan burjuvazi yerini faşist tehdide bıraktı.
İkinci dünya savaşı yıllarında Komünist partiler işçi sınıfıyla ilişkileri açısından da pekiyi bir görüntü vermediler. Daha sonra diktatörlüğe dönüşen ve emekçi hareketlere düşman iktidarlara sırf faşizmi güçlendirmeme adına destek oldular. Bu nedenle savaş sonunda Latin Amerika’daki KP’lerin halk nezdinde itibarı kalmamış durumdaydı.Latin Amerika’da çok zayıf durumdaki liberal burjuvaziye destek olmaya çalışırken oligarşinin ve büyük toprak sahiplerinin payandası durumuna gelmişlerdi.
Burjuvaziyle faşizme karşı cephe kurma siyaseti Marksist akımların geleceğini ipotek altına almış ve kitleselleşmesini engellemişti. Komünist partiler, faşizmi güçlendireceği sanısıyla ulusalcı ve halkçı hareketleri de kendilerine düşman ilan etmiştir. Ülkelerindeki devrimci dinamikleri harekete geçiren, geniş halk kitlelerine önderlik eden devlet başkanlarına karşı, burjuvaziyle beraber komplo içinde olmuşlardır. Komünist Partisi, Kolombiya'da Gaitán’a; Arjantin'de Perón'a karşı durmuş ve hatta ABD ile işbirliğine giderek onun kurduğu Demokratik Birliği'ne katılmıştır; Küba'da Fulgencio Batista'yı desteklemiş ve Peru'da Demokratik Cephe adlı liberal oligarşiyle birleşmiştir.
Küba, Kolombiya ve Venezuela’da ABD Komünist Partisi lideri süper-revizyonist Ear Browder’in politikaları izlenmiştir. ABD Komünist Partisi’nin 1930-45 yılları arasında genel sekreterliğini yapan Ear Browder İnternasyonalin Halk Cephesi politikasını en aşırı biçimde yorumlamıştı.Browder komünizmle kapitalizmin tuhaf bir karışımına dayanan erken revizyonist bir akıma önderlik etti. Özellikle Karayip bölgesindeki KP’leri bu siyasete angaje ederek ABD emperyalizmine karşı politika üretilmesine engel oldu. Stalin karşıtlığı sebebiyle Komüntern’den ve kendi partisinden 1946 yılında atıldı. Bugün dahi Browderizm olarak anılan görüşlerinin Kruşçev’in “Kapitalizmle barış içinde yaşama” politikasına esin kaynağı olduğu iddia edilmektedir.
Komünternlerin ilk dördüne Lenin son üçüne de Stalin önderlik etti.Fakat tüm kongrelerde temel çatışma noktası, bir dünya devrimiyle Rus Devletinin politik ihtiyaçları arasındaki çelişmelerdi. Kongrelere katılan devrimci ajitatörlerle Rus devlet yetkilileri arasında açık bir üslup ve hedef farkı vardı. Birinciler uluslararası burjuvaziye nişan alırken ikinciler proleteryanın ilk devletinin lojistiğine önem veriyordu. Yani bir dünya devrimi atağı yerine Rus devletinin savunmasını üstleniyorlardı.
Böylece dünya devrimci sürecinin Enternasyonaldeki yeri giderek daralırken, Latin Amerika’nın konusunun açılması beklenemezdi. Zaten Latin Amerika’nın Enternasyonalde gündeme gelmesi bile 1928 yılındaki 6. Kongreye rastlar.
1919-20-21 yıllarındaki üç Komünist Enternasyonalde Latin Amerika’yı yabancılar temsil etti. İlk olarak Meksika KP adına Hint kökenli, İngiliz Manabendra Nat Roy, sonra bir ABD’li Charles Fransis Phillips MKP adına Komünist Enternasyonal’e(KE) katıldı. 1920’de Rus kökenli iki Arjantinli Moskova’daydı. 1922’deki dördüncü kongrede her ne kadar orijinal Latin Amerikalı delege sayısı altıya ulaşmış olsa da kıtayı temsilen İsviçreli bir üye seçildi. 1924’te Arjantinli Jose Penelon onun yerini aldı. Fakat Penelon 1928’de KP’den atıldı.
KE bünyesinde 1921’de kurulan İspanyolca Konuşan Ülkeler Sekreterliğinin 1941’e kadar ki tüm tarihi boyunca sekiz şefinden hiçbiri Latin Amerikalı değildi.
Dördüncü Kongre'de ilk defa Fransa, İspanya ve Portekiz'in Komünist Enternasyonal Latin Sekreterliği'ndeki işlerinde kıta gündeme alındı. Üç yıl sonra, Komünist Enternasyonal'in Güney Amerika Sekreteryası, Arjantin Komünist Partisi Genel Sekreteri Jose Penelón'un yönetiminde Buenos Aires'te (Arjantin) kuruldu. 1927'de bu Sekreteryanın Arjantinli, Brezilyalı, Uruguaylı ve Şilili temsilcileri mevcuttu. 6. Kongre (1928) sonrasında Sekreterya değiştirildi. “Moskova'nın adam”ı olan Vittorio Codovilla getirildi.
Codovilla'nın liderliğinde, Latin Amerika Komünistleri Konferansı'nın ilki 1 - 12 Haziran 1929 tarihleri arasında Buenos Aires kentinde düzenlendi. On beş Latin Amerika ülkesinden katılım oldu ama Fransa ve ABD KP bürokratlarının ağırlığı hissediliyordu. Meksika, Kolombiya ve Guatemala delegeleri kıtadaki koşulların devrimci olduğunu ve eğer Komünistler ayaklanmanın yönünü belirleyemezse bunun burjuvazi tarafından yapılacağını savundular. Komünistler halk ayaklanmasına öncülük etmeli ve 'her bölgede Sandino yaratmalı'ydı. Bu ilginç bir slogandı. Latin Amerika’nın her yerinde Nikaragua gibi direnişler yaratılması gerektiğini söylüyordu. Bu slogan 1966’da Che’nin Bolivya’dan Küba’daki ilk “Üç Dünya Kongresi”ne gönderdiği “İki, üç daha fazla Vietnam” mesajının öncülüydü.
Gerçekten de koşullar kapitalizmin çöküşüne işaret ediyordu. Toplantıdan çok değil dört ay sonra New York borsası çökecek, 1929 Büyük Buhranı ve emperyalist merkezde tarihsel bir kırılmaya neden olacaktı. Fakat Latin Amerikalı delegelerin düşüncelerinin aksine burjuvazinin güçleneceği ve Avrupa tipi bir demokrasi çıkacağı beklentisi konferansa hakim görüş olarak ortaya çıktı. Üstelik buna rağmen konferansta ne üniversite reformu konuşuldu, ne diğer sol partilere yönelik bir politikadan bahsedildi. İttifak politikası o kadar dar görüşlüydü ki sonuçta komünistlere birbirleriyle ittifak yapma dışında bir seçenek bırakmıyordu. Böylece komünistler köylü-işçi partileri kurmayı da kendilerine yasakladılar. Onun yerine kendi içlerindeki “oportünizm ve reformizm” eğilimlerine karşı mücadeleyi tercih ettiler.
Güney Amerika Sekreteryası 1930’da, Buharin’in ölümü gibi, Moskova kaynaklı çatışmalar sebebiyle lağvedildi. Bu tarihten itibaren yeraltına çekilen sekreteryanın başına “sola düşman” Guralsky getirildi. Karayipler bölümünü ise ABD KP’nin şefi Brownder’in kontrolüne verdiler.
Yenilenmiş Marksizm
Komünist hareketin son aşaması Küba ve Sandinist devrimlerinden başlayarak günümüze kadar gelmektedir. Bu arada 1953’te Guatemala’da milli-sosyalist Jacobo Arbenz yönetimi ABD tarafından kıtadaki ilk komünist düşman ilan edilmiştir. Sovyetlerin hiçbir desteğini alamayan Arbenz 1954’te ABD istilasıyla yıkılmıştır.
Küba devrimi kıtanın sahici komünistlerini haklı çıkardı. Koşullar zayıf olan burjuvaziyle ittifakı değil bir halk savaşını dayatıyordu. Fidel yönetiminin ABD tehdidine karşı Sovyetlerle ittifak yapması bu kıtada KP’lerin hareket alanını genişletti. Fidel önderliğindeki Küba Komünist Partisi’nin özgün bir konumu vardı. Latin Amerika’ya devrimi taşıma misyonunu üstlenmişti. 1936’dan bu yana KP’ler böyle bir perspektiften uzaktılar. Dahası Küba devleti Sovyetlerden edindiği tüm imkanları kıtadaki devrimci mücadelenin yaygınlaşması için seferber etmişti. Che’nin Bolivya’da öldürülmesinden sonra kesintiye uğrayacağı sanılan devrimci hareket 1969 olaylarıyla daha da kitleselleşmişti. Kıtanın güneyinde Şili’de sosyalist lider Allende iktidara gelmiş, Arjantin’de halk hareketi yükselmiş ve Peron’u iktidara taşımak üzereydi. Peru’da devrimci General Juan Velasco yönetime el koymuş ve ABD’yi ülkeden kovmuştu. Bu sırada Orta Amerika ülkelerinde savaş sessizce güçlenmekteydi. Nikaragua’da Sandinistler ordulaşmaya yönelmişlerdi. El Salvador’da FMLN güçlenmiş ve Guatemala’da URNG oluşmak üzereydi.
Sosyalizmi hedefleyen bağımsız devrimci hareketlerin kitleselleşmesi Marksizmi Sovyet tekelinden kurtardı. Halkçı, bürokratik olmayan, yerel ve demokratik niteliklere sahip bir Marksizm kıtada kendini üretme koşulu buldu. Bu anlamda Allende iktidarı olağanüstü bir sıçramaydı. Fidel’in dinamik liderliği Latin Amerika’daki devrimci hareketler arasında hiç görülmemiş bir dayanışma koordinasyon kurdu. Küba devrimciler için güçlü bir kale ve cephe gerisi haline geldi. Tüm lojistik ve koordinasyon buradan yürütülüyordu. Üstelik Küba, Sovyetlerin düştüğü hataları tekrar etmiyordu. Tüm hareketler kendi ülkelerinin koşullarının özgünlüğüne göre kendi kararlarını alıp mücadele ediyordu. Fakat ABD çok kanlı askeri darbelerle bu süreci boğdu. Şili’de faşist General Pinochet sosyalizmi yıktı. Peru’da General Velasco iktidardan düştü. Arjantin’de Peron öldü ve faşist bir cunta iktidara el koydu. Brezilya, Uruguay, Bolivya, Paraguay’da ABD yanlısı diktatörlükler kuruldu.
Güney Amerika’da işler kötü giderken Orta Amerika cephesi birden hareketlenmişti. Nikaragua’da Sandinist hareket Somoza diktatörlüğünü sarsmaya başlamıştı. Küba bu ülkeye askeri ve istihbarat desteğini artırdı. 19 Temmuz 1979’da Sandinistler başkent Managua’ya girerek 20.yy’ın son devrimini gerçekleştirdiler. On yıllık bir savaşta ABD’nin desteklediği kontrgerillayı yendiler.
1980’ler Komünist hareket için trajikti. Sovyetler Birliği çözülme sürecine girmişti. Sovyet devletini yöneten elitler sosyalizmi terk ettiklerinin işaretlerini veriyorlardı. Sovyetler desteğini diğer ülkelerden çekmişti. Daha 1989’da Berlin duvarının yıkılmasına varmadan KP’ler tasfiye olmaya başlamışlardı. Savaş cepheleri yerini barış masalarına bırakmıştı. Savaşın ekonomik olarak çökerttiği Nikaragua’da Sandinistler iktidarı burjuvaziye devrettiler. Geriye bir tek Fidel’in Küba’sı kaldı. Saf devrimci hareketler ortadan kalktı. Yerini siyasi niteliği belirsiz sosyal hareketlere bıraktı.
90’lı yılların sessizliğinden sonra ilk devrimci gelişme devrimci asker Chávez’in başkan seçilmesiydi. Onu Arjantin, Brezilya, Bolivya ve Ekvador’daki milli-halkçı yönetimler izledi. Bu iktidarlar sosyalist hareketin yeniden toparlanmasını sağladı. Venezuela ve Bolivya’daki anti emperyalist çizgi kıtadaki devrimci politikaya damgasını vurdu. Günümüzde de halen bu iki ülkedeki gelişmeler sosyalist hareketin kaderini belirlemektedir.
0 YORUM