07 Eylül, 2020 Yazılar
Bir siyasi hareket asla tek bir şahsın kişilik özellikleri ya da yeteneklerine indirgenemez ama Fidel Castro örneğinde olduğu gibi hareketin tüm özellikleri mükemmel biçimde tek bir kişide cisimleşebilir. Yahut da bu muhtevayı iyi biçimde kavramış ısrarcı bir liderlik hareketin kaderiyle bütünleşebilir. Fakat unutmamak gerekir ki “momentum” önemlidir. Hareketin liderle buluştuğu an kaderde belirleyicidir.
4 Eylül modern siyasi tarihin en önemli olaylarından birine tanıklık eder. Tam yarım asır önce bugün bile bize ütopik gelen bir siyasi proje Dr. Salvador Allende liderliğinde iktidara gelmişti: Orada And Dağlarının ardında Şili’de “Poder Popular” yani “Halk İktidarı” adı verilen bir sosyalizm denemesi.
Liderle toplumsal hareketi buluşturan 4 Eylül 1970 seçimlerindeki o mükemmel “an”ı anlayabilmek için Allende’nin izlediği yörüngeye bakmak gerekir.
Fakat bundan önce Allende’nin aydınlandığı bir ana gitmekte fayda var.
“Z” kuşağının hayal etmekte zorlanacağı sosyal medyanın var olmadığı bir dünyaya, 1964 yılına gidiyoruz. Az bir nüfus, dünyanın periferinde, kapitalizme bir makine sahibi olamayacak kadar uzak bir ülkeden bahsediyoruz. Tek mahareti birkaç tarım ürününü ve madeni gemiye yükletip, Pasifik boyunca Kuzey Amerika’ya ulaştırmak olan bir sınıfın egemenliğindeki bir ülke burası.
Allende o yıl üçüncü kez devlet başkanlığına aday olmuştu. Siyaset altmışların devrimci atmosferinde halka inmeye başlamıştı. O da köyleri geziyordu. 1964 seçim kampanyasında bir köylü ayağına sarılıp paçasından öptüğünde yaşadığı şaşkınlıkla aydınlandı. 1970 seçimlerini kazandığı kampanyasında kullanacağı slogan ağzından o an çıktı: “Ne bir mesihim ne de ağa!” (No soy un mesias no soy un caudillo)
1964’de Yüzde otuz sekiz oy almasına karşın sağın cephe olarak hareketini engelleyemediği için seçimi kazanamadı. Fakat eğer seçimleri alsaydı bu başta ABD olmak üzere kimse için sürpriz sayılmayacaktı.
1952 seçimlerinde ilk kez başkan adayı olan Allende’nin ABD’yi kaygılandırdığına dair bir veri yok elimizde. Ancak Allende 1958 seçimlerinde dikkatleri üzerine çekti. Çünkü tam da Küba Devrimi arifesinde devlet başkanı adayı olduğu “Halkçı Eylem Cephesi” FRAP’ın belki de dünyanın başka yerinde bir benzeri yoktu. Sosyalist ve komünist partilerin oluşturduğu bu cephe kaybetmiş ama sağın adayından sadece üç puan daha az %29 oy almayı başarmıştı. Diyebiliriz ki Washington Küba’ya ne kadar hazırlıksızsa Şili’ye bir o kadar hazırlıklıydı.
1960’ların başında Şili’nin egemen sınıfları Küba Devriminin etkilerinden korkuyordu. Bu nedenle 1964 seçimlerinde Allende’nin karşısındaki aday Eduardo Frei’yi sadece finansal değil diplomatik, kültürel ve basın gücüyle destekledi. Fakat ABD planına dayanan ve otantik olmayan bu sağın başarısızlığı kaçınılmazdı.
“Frei Kennedy'nin "İlerleme İçin İttifak" programına sarıldı. Sosyal gerilimi düşürmek ve büyük çiftliklerin etkisini azaltmak amacıyla sınırlı bir toprak reformu yaptı. Aynı zamanda ittifak yaptığı köylülerin sendikalaşmasını özendirdi. Bu şekilde solun etkisini de kıracaktı. Bakırın ulusallaştırılması adına maden şirketleriyle masaya oturdu. Oysa bu yanıltıcı bir politikaydı: ABD'li şirketlerin kârlarından pay almayı hesapladı. Şirketler söz verdikleri yatırımları yapmadıkları gibi onlarla kurduğu ortak şirketler borca battı. Frei ilk yıllarında sağladığı kredilerle maaşlarda artış ve fiyatların kontrol altına alınmasını sağladıysa da son zamanlarında ekonomi çöktü. Hükümet emekçilere karşı saldırgan bir tutuma büründü. Sağda kurulan cephe çözüldü ve Hıristiyan Demokratların içinde ciddi tartışmalar yaşandı.” *
İşte Hıristiyan Demokratlardaki bu bölünme Allende’yi iktidara taşıyan %2 oyu getirdi. Rakibi Alessandri ile arasındaki oy farkı yalnızca otuz dokuz bindi. Hiç kimse %50’yi geçemediği için başkanı meclis oyları belirleyecekti.
ABD’nin planı beş yıl öncesinden hazırdı. Kennedy’nin Ulusal Güvenlik danışmanı Mc George Bundy’nin asistanı Gordon Chase’in 19 Mart 1964’de geçtiği bir memorandumdan bunu anlıyoruz. Chase 1965 seçimleri yaklaşırken önlerinde dört seçenek olduğunu bildiriyordu: Allende’nin yenilgisi, Allende’nin zaferi ama çoğunluğu elde edememesi(bu durumda meclisin Frei’yi seçmesi için ABD’nin ağırlığını koyması), Allende’nin başkanlık koltuğuna oturmadan bir askeri darbeyle devrilmesi ve Allende’nin zaferi.
Bu arada küçük bir not ekleyeyim. Erişime açık olan Kennedy arşivinde bu Gordon Chase’in özellikle Küba Kriziyle ilgili çok sayıda bilgi notu bulunuyor. Burada Chase’in Fidel Castro’yu ABD tarafına çekme üzerine çabaları göze çarpıyor. Kennedy ile Castro’yu gizlice buluşturma planı bile yapıyor. Chase açıkça Castro’nun ABD tarafına kazanılmasının Soğuk Savaşın en büyük zaferi olacağını söylüyor. Fakat aynı Chase Allende söz konusu olduğunda “yılanın başını” büyümeden ezmekten yana olduğu anlaşılıyor. Çünkü diyor Chase eğer Allende iktidara gelirse bakırı devletleştirecek ve Amerikan şirketlerini ülkeden gönderecek.
Yani olasılıklar çok önceden belirlenmişti. Yine işler umdukları gibi gitmedi. Meclisin Allende’nin başkanlığını onaylamasını engelleyemeyen CIA, Genelkurmay Başkanı René Schneider’i bir askeri darbeye zorladı. Fakat bu vatansever komutan Anayasaya sadık kalacağını söyleyince hedef haline geldi. Yeni plana göre Schneider kaçırılacak ve ordu yönetime el koymak zorunda kalacaktı. Salvador Allende daha görevi devralmadan 22 Ekim 1970’de plan eyleme geçirildi. Ancak Generalin silahını çekerek çatışmaya girmesi ve hayatını kaybetmesiyle CIA’nın planı bozuldu.
Hıristiyan Demokratlar Allende’nin başkanlığını mecliste onaylamak için önüne demokrasiyi garanti edecek yedi maddelik bir statüko belgesi koydular. Böylece “4 Kasım 1970'te Allende'nin Kongre tarafından başkanlığı onaylandı. 5 Kasım 1970'te Henry Kissinger Başkan Nixon'a geçtiği 8 sayfalık bilgi notunda Şili'de Allende'nin iktidara gelmesini bu yarıküredeki en büyük meydan okuma olarak tanımlıyordu. Kissinger adeta telaşla kaleme aldığı notta Allende'nin bir ya da iki yıl içinde Şili'de bir sosyalist devlet inşa edeceğini ve ABD'yi bu yarıküreden kovacağını söylüyordu. Şili, SSCB ve Küba'yla aynı kampta yer alacak veya Titocu bir bağımsız yol izleyecekti. Şili'de Marksist bir hükümetin yasal seçimle iktidara gelmesine göz yumulması halinde meşrulaşacak ve dünyanın geri kalanında aynı sonuçla karşılaşılması kaçınılmaz hale gelecekti.” *
Başkan Allende, ABD’nin tüm saldırgan politikalarına rağmen demokratik kurumları işleterek
ekonomik ve sosyal dönüşümü gerçekleştirme yolunu izledi. Kısa sürede gelir dağılımı emekçi sınıflar
lehine düzeldi. Enflasyon ve fiyatlar kontrol altına alındı. Her Şilili çocuk için devlet günlük yarım litre
süt vermeye başladı. Toprak Reformunu yaygınlaştıran Allende, yabancı bankaları satın alarak sanayi
ve ticari şirketleri ulusallaştırdı.
Kissinger’in korkularını uyandıran “demokratik yoldan sosyalizme” doğru dönüşüm hiç de sakin
biçimde gerçekleşmedi. Kamulaştırmalar Mecliste tartışmalı hale geldi ve yargı gücü devreye girdi.
Hıristiyan Demokratlar Allende’ye karşı Milliyetçi Partiyle cephe oluşturdu. Taşımacılık şirketleri,
kamyoncuları greve çıkardı. Bu sırada fabrika ve ticarethane sahipleri ekonomik boykot kararı aldı.
Buna karşın işçiler sokaklara döküldü ve fabrikaları ele geçirip üretime devam ettiler. Mahallelerde
halkın ihtiyaçlarını sağlamak için kurulan komünler patronların grevini kırdı. İşçiler ve köylüler, sağ
çetelerin saldırılarına karşı silahlanmaya başladı.
Karşı cephe oluşturulmasına, boykot ve karaborsaya rağmen, Allende’nin partisi Halkın Birliği, 1973
milletvekili seçimlerinde oyların %44’ünü aldı. Sağın, Allende’yi parlamenter çoğunlukla devirme
umutları suya düştü. Seçim sonuçları şiddetin daha da artmasına yol açtı. 29 Haziranda Albay
Roberto Soupel'in yönettiği bir alayın darbe girişimi Genelkurmay Başkanı Prats tarafından bastırıldı.
27 Temmuz 1973’de Allende’nin yaveri Albay Arturo Araya evinde öldürüldü. Darbe girişimi sonrası
ordu bölündü ve General Prats koltuğu General Augusto Pinochet’e bırakmak zorunda kaldı.
Şimdi biraz daha eskiye 1932’ye gidelim. 1929 Büyük buhranı tüm Amerikan sömürgelerinde sınıfsal dengeleri yerinden oynatmıştı. Sendikal hareket devrimci bir rol oynamaya, henüz sosyalizmin anavatanını keşfetmemiş Komünist Parti, düzeni tehdit etmeye başlamıştı. Aç kitlelerin isyanları kentleri sarsıyordu. Şili iç savaşın eşiğindeydi. Donanma hükümete karşı ayaklanmıştı. Hükümet orduyu donanmanın üzerine sürdü. Peşpeşe gelen ayaklanmalarda hükümetin biri yıkılıp öteki kuruluyordu. 1932’de orduyu denetim altına almak isteyen Juan Esteban Montero hükümeti sürgündeki bir askeri Marmaduke Grove’yi Hava Kuvvetlerinin başına getirdi. General Grove birkaç ay sonra hükümeti devirip “Şili Sosyalist Cumhuriyeti”ni ilan etti. 12 gün süren bu yukarıdan sosyalizm deneyimine genç doktor Salvador Allende de katılmıştı.
İlginç bir tesadüf mü kader mi bilinmez 40 yıl sonra Allende de orduyu denetim altına alsın diye getirdiği General Pinochet tarafından devrilecekti. Ama General Pinochet, Grove kadar insaflı değildi. Onu sadece devirmekle kalmayacak “kökünü” kazıyacaktı.
Tam 21 gün sonra ABD ile ortak tatbikattan dönen Pinochet yönetimindeki Şili Silahlı Kuvvetleri darbe planını uygulamaya geçirdi.
11 Eylül sabahı Dr. Salvador Allende Gossens, Şili’nin Sosyalist Devlet Başkanı, radyodan son
konuşmasını yaptıktan yarım saat kadar sonra bombardıman başladı. Başkan Allende, öğleden sonra
saat ikide binada bulunanların teslim olmasını emretti. Herkes merdivenlerden inerken o ikinci kata
çıktı. Son kalan doktorlar grubunun yanından, onların şaşkın bakışları altında “Bağımsızlık Salonu”na
geçti. Elinde halen Fidel Castro’nun ona hediye ettiği AK-47 Kalaşnikof tüfeği duruyordu. Allende,
Barut, toz ve gaz bombasının dumanının içinde kayboldu.
Gabriel Garcia Marquez yıllar sonra “Bir başkanın gerçek ölümü” (La verdadera muerte de un presidente) başlıklı makalesinde Allende’nin en büyük çelişkisinin doğuştan şiddete karşı olmasıyla devrimci tutkuyu aynı anda taşıması olduğunu yazmıştı. Marquez’in henüz o yıllarda bilmeyip bugün bizim bildiğimiz şey ise Allende’nin hayatına son veren kurşunu kendi elleriyle sıkmış olduğu gerçeğiydi.
(Kızı Beatriz de 1977'de şakağına sıktığı bir kurşunla hayata veda etti)
Her başarısız deneyin ardından “başka türlü olabilir miydi” sorusu akıllara takılır.
Şili Devriminin yenilgisinin nedeni Allende’nin “barışçıl çizgisi” değildir. Başta Miguel Enriquez’in MIR’i (Devrimci Sol Hareket) olmak üzere Şili’deki silahlı hareketlerin kitleselliği abartılmaktadır. Bu grupların kitle ile bağı Allende hükümetinin sunduğu meşruluğa dayanmaktadır. Hızla kamplaşan ülkede işçi ve köylülerin kendiliğinden silahlanması söz konusudur ancak bu düzenin her hangi bir gücü karşısına dikilecek boyutta değildir. Zaten darbeden önce bu unsurlar kolaylıkla silahsızlandırılmıştır.
MIR'in lideri Miguel Enriquez
Gerçekte Allende hiçbir zaman kendisini burjuvaziye hizmet etmekle suçlayan bu silahlı hareketle arasına bir mesafe de koymadı. Dahası ABD’nin bu kadar açıktan saldırısına maruz kalmasına rağmen Fidel Castro’yu ülkeye davet etti. Fidel bir ay boyunca adeta seçim kampanyası yapar gibi Şili’yi baştan sona gezdi. Her yerde kendi propagandasını yaptı. Allende ile her bir araya gelişinde bu işin silahsız olamayacağını, kendisinin Domuzlar Körfezi istilasında yüz bin milisi silahlandırdığını övünerek anlattı. Fidel’in bu söylemleri tüm sağ kesimleri çıldırttı. O tarihten sonra sağ cephe Allende’ye karşı kesin biçimde birleşti.
En başa dönersek Allende Marksizmin, Reel sosyalizmin ya da Che’nin ölümünden sonra ortaya çıkan silahlı sol hareketin bir ürünü değildi. 1930’lardan 1970’e kadar evrilerek gelişen Şili işçi hareketinin merkezinde olduğu Şili halk ve kurumsal demokrasisinin vücut bulmuş haliydi. Evrimci, barışçıl, parlamentarist ve reformistti. Fakat bugünün ölçülerine göre bile fazlasıyla devrimciydi.
O radikal biçimde sosyal adalet savunucusuydu. Her ülkenin kendi özgün demokrasisinin emekçilerinin ellerinden çıkacağına inanıyordu. Kökten biçimde yeryüzündeki her kadın ve erkeğin eşitliğini savunuyordu.
*Latin Amerikanın Devrimci Tarihi, Özgür Uyanık/ Kaynak Yay. 2014 İstanbul (İndirmek için https://www.academia.edu/37489314/Latin_Amerikan%C4%B1n_Devrimci_Tarihi )
0 YORUM