01 Temmuz, 2016 Yazılar

*Bu yazı Bilim ve Ütopya Dergisi Mart sayısında yayımlandı* Toplumsal mücadeleler kuşkusuz, kadın ya da erkek, onun öznesi olan insanın eseridir. Bu ay Kondor’un Güncesi’nde dinamizmi, yaratıcılığı ve bitmeyen yaşam sevgisiyle Latin Amerika’nın devrimci kadınlarına tanıklık edeceğiz. Bu kıtada, fetihle beraber Avrupa’dan taşınan dini önyargılara rağmen, kadın asla üretimden ve yaşamdan koparılamadı. Bedenini onur ve cesaretle taşıdı; toprağı işledi, çocukları yetiştirdi, muharebelere girdi, isyan örgütledi ve mutlaka dans etti. Onun varlığı Amerika’daki saf komünal toplumun temeli ve devamlılığının ifadesidir. Latin Amerika’da kadının devrimci konumu belli süreçlerle sınırlı değildir. Tarihsel sürecin bütününü kapsar. Bununla beraber bazı kadınlar, edindikleri siyasal konum gereği, belirgin biçimde toplumsal gelişmeye nüfuz etmiştir. Etkileri kadınların eğitim, seçme-seçilme, kanun önünde eşitliği gibi haklarının elde edilmesiyle sınırlı değildir. Sömürge isyanlarına, bağımsızlık ve sınıf savaşlarına liderlik de ettiler. Faşist diktatörlüklerde herkesin boyun eğdiği yerde yine onlar direndi. Hayatlarını, aşklarını, evlatlarını verdiler.
Eva Duarte Perón (26 Temmuz 1952/ Buenos Aires, Arjantin)
“Sömüren ve sömürülenin olduğu yerde sevgi yoktur. Halkın sefalet içinde yaşadığı ve oligarşinin ayrıcalıklarıyla yönettiği yerde sevgi olamaz. Çünkü sömürücüler, sömürülenleri asla kardeşleri olarak görmez ve hiçbir oligarşi halkını içten bir kardeşlikle kucaklamaz… Yalnızca emekçilerden kurulu bir insanlık sınıfı olsun. Çocuklardan başka hiç kimse ayrıcalıklı olmasın. Hükümetler halkına hizmet etsin. Her gün daha az insan yoksul kalsın ve hep beraber ortak kaderimizin yaratıcısı olalım.”
Evita işçilerle son konuşmasını bu sözlerle tamamladı. Sanki onu öldüren şey kanser değil de nefretmiş gibi sevgisizlikten bahsediyordu. Sevgisizlik ve eşitsizlik: Herkesi teslim alan şey buydu.
Peki, Eva neden Arjantin’de önemli bir kesim tarafından kendine dönük bir nefret uyandırmıştı? Onun heyecanlı, arzulu ve kavgacı kişiliği aynı biçimde karşı cephede yankısını bulmuştu. Öyle ki bu gerici blok sokaklara “Yaşasın Kanser!” diye yazıyordu. Sırf Evita’dan onları kurtaracağı için.
Eva, büyük çiftlik sahibi bir politikacının gayrı meşru çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Bu nedenle babasının değil annesinin soyadını kaydetmişlerdi nüfusa: Resmi kayda göre adı Eva María Ibarguren’di. Onu ilk olarak bu gerçekliği mücadeleye itmiş olmalı. Kısa süre sonra babasını kaybetti. Yasal varisi olmadığı için ailesi ekonomik destekten yoksun kaldı. Aile göç yollarına düştü. On beş yaşında Buenos Aires’e tek başına gelen Eva, hayat mücadelesine atıldı. Yıl 1935’di. Kriz Arjantin’in iç kesimlerinden başkente göçü zorunlu kılıyordu. Eva eğitimsiz olmasına karşın, hırsı ve yeteneğiyle tiyatroda oyuncu olarak çalışmaya başladı. Sosyal yönü güçlüydü. İlk radyo emekçileri sendikasının kuruluşuna katıldı. 24 yaşındayken 1943 Devriminin liderlerinde General Juan Domingo Perón’la tanıştı ve hemen evlendiler. 1946 seçimlerinde eşinin yanında aktif olarak çalıştı. Bu Arjantin tarihinde ilk kez yaşanıyordu. Zira o tarihte kadınların seçme seçilme hakkı bile bulunmuyordu. O yılın 1 Mayıs tarihinde Perón hükümeti kadınlara seçme seçilme hakkını tanıyan yasayı Kongreye sundu. Yasanın çıkışı Evita’nın sosyal liderliğinin ilk önemli zaferiydi. Kadınları erkeklerle evlilik ve yargı dahil her alanda eşit kılan anayasa değişikliğini bizzat kaleme aldı.
Evita mücadeleci kişiliğiyle sınıf hareketinin “doğal” lideri haline geldi. Emekçilere Fransız devrimindeki “baldırıçıplaklar”dan esinlenerek “üstüçıplaklar” diye sesleniyordu. Merkez sendikası CGT onun karargahı haline gelmişti. “Emperyalizm ve oligarşiye karşı” işçilerin bir direniş gücü olarak örgütlenmesi gerektiğini savundu. Onun yönlendirmesiyle Arjantin’in ilk silahlı işçi milis teşkilatı kuruldu. Kendi vakfının geliriyle yüklü miktarda silah aldı ve bunları CGT’de depoladı. Tüm bunları tamamen kendi iradesiyle gerçekleştirdi. Öyle bağımsız bir kişilikti ki hastalandığında bile eşi Perón dahil hiç kimse ondan işlerine ara vererek tedavisini gerçekleştirmesini isteyemedi.

Arjantin tarihinin bu en etkili kadını henüz 33 yaşındayken rahim kanserinden hayatını kaybetti. Ülkenin egemenleri en çok ondan nefret ettiler. Çünkü o yoksul, kadın ve devrimciydi.
Üç yıl kadar sonra 1955’te Perón hükümeti ABD’ci cephenin gerçekleştirdi bir askeri darbeyle yıkıldı. Darbeciler Evita’nın CGT sendika merkezinde bulunan naşına her türlü hakareti yapıp onu ortadan kaldırdılar. 1970’te sol Perónist silahlı hareket “Montoneros” Evita’nın naşının geri verilmesi için darbenin şefi general Aramburu’yu kaçırdı. 1971’de askeri yönetim General Lanusse’nin emriyle Evita’nın naşını İspanya’da sürgünde bulunan eşi Perón’a teslim etti.
Evita’nın yazdığı “kadın ve erkeğin anayasal eşitliği” kanunu 1985’e kadar rafa kaldırıldı. Kurduğu mahalleler kaderlerine terk edilerek büyük gecekondulara dönüştü.
Manuela Sáenz: Bolivar’ın “Metresi” (Eylül 1828/ Bogota, Kolombiya)
“Böyle belki çıplak yürüyorsun rüzgarda/ şimdi kalan senin fırtınalı aşkın/ böyle varsın o zaman olduğu gibi: madde/gerçek, hayat asla ölüme tercüme dilemez/ Onu şimdi kim öpüyor/ O kadın değil. O adam da. Onlar değiller./ O bayrağın rüzgarıdır/Sen gittin özgürlük./Kurtarıcı sevgili”. Böyle yazmıştı Pablo Neruda, Manuela’ya adadığı kitabında. Onu özgür, arzulu bir devrimci, daha da önemlisi “Libertadora enamorada” ilan etmişti büyük şair. O Kurtarıcı Simon Bolivar’ın “kurtarıcısı”ydı.”Libertadora del libertador” yani kurtarıcının kurtarıcısı.
Bugün Kolombiya başkenti Bogota’da Dışişleri Bakanlığı olarak kullanılan tarihi Palacio San Carlos’un girişinde şöyle yazar: “Bir an dur ve bak/ 1828’in kasvetli Eylül gecesi/ Vatanın kurtarıcısı babamız/ Simón Bolívar’ın kurtulduğu yere”. Bolivar’ı kurtaran Manuela’nın dikkatiydi. Kolombiya elitleri Bolivar’ı öldürme kararı alıp bir suikaste teşebbüs etmişlerdi. Manuela suikastçilerin içeri girmesine engel olup Bolivar’ın kaçmasını sağlamıştı.
Manuela Saénz doğumundan kısa süre sonra annesinin ölümüyle babası tarafından Ekvador’da bir manastıra verilmişti. İsyancı kişiliği, manastırdaki kurallara direnerek filiz verdi. Sonunda 17 yaşındayken bir askerle oradan kaçtı. Asker sevgilisi onu terk ettiğinde babasının yanına döndü ve zengin bir İngiliz doktorla evlendirildi. Bu sayede aristokrat çevreye dahil oldu. Burada bağımsızlıkçı hareketle ilişkiye geçti. Peru’nun Kurtarıcısı San Martin ona devlet nişanlarını düzenleme sorumluluğu verdi. Sene 1822’yi gösterdiğinde annesinin mirasını almak için Ekvador’a dönen Manuela, o sırada kente zaferle giren Kurtarıcı Simon Bolivar’la tanıştı. Manuela günlüğünde o anı romantik biçimde anlatıyordu. Atından atlamış ve bir anda Kurtarıcıyla yüz yüze kalmıştı. O an birbirlerine aşık olmuş olmalıydılar. Aynı gece Bolivar onu dansa kaldırmıştı. O geceden itibaren Manuela ölümüne dek Bolivar’ın yanından savaşta bile ayrılmadı.
9 Haziran 1823’te Manuela’ya gönderdiği mektupta Bolivar şöyle diyordu: “Bu kavgada kaderin talihsizliğini tatmak mı istiyorsun? Hadi öyleyse. Acı, keder, zayıflıklar ve mühimmat yokluğu insanı savaşın kuklasından daha değerli bir şey yapar”. Manuela ona cevabında “sevgilim” diyordu “gerçekleştirmeyi düşündüğün seferin yolunda görünen zor koşullar, beni bir kadın olarak korkutmuyor. Aksine ona meydan okuyorum”
Bolivar onu yakınında tutabilmek için ordu arşivinden sorumlu yaptı. İspanyol imparatorluğunun son bulduğu Ayacucho savaşında cephedeydi. “ Bizi sadece zaferi kazanmak teselli edebilir” diyordu. Bağımsızlık fırtınasının arzulu, aşık kahramanıydı. Fakat zaferden kısa süre sonra Bolivar henüz 47 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Manuela o gece engerek zehri içerek intihar etti. Fakat onu kurtardılar.
Bolivar’ın, kendisine düzenlenen suikasttan sonra ölüm cezalarını affederek sürgüne gönderdiği Santander, Kolombiya’da iktidarı yeniden ele aldı. Manuela, Bolivar’a sadık kalarak Santander yönetimine karşı muhalefeti örgütlüyordu. Bu nedenle Jamaika’ya sürgüne gönderildi. Bir yıl sonra doğduğu topraklara Ekvador’a döndü. Ülkesine ayak basar basmaz hemen Peru’ya sürgün edildi. Ömrünün son yıllarını yoksul biçimde geçirdi. Ziyaretine giden Bolivar’ın öğretmeni Simon Rodriguez onu “tekerlekli sandalyede bir kraliçe ihtişamıyla oturan yaşlı bir kadın” olarak tarif eder. Oysa cesur simsiyah gözleri hayata kapandığında henüz 59 yaşındadır.
Manuela Saenz; bağımsızlık savaşlarının en kritik anlarında bulunan bu etkili kadın, yıllar sonra Latin Amerika’da heykelleri yapılarak, okullara, yollara, hastanelere adı verilerek onurlandırıldı.
Lolita Lebrón: ABD Meclisini basan kadın (1 Mart 1954/Washington, ABD)
Lebron yanında iki adamla ABD Temsilciler Meclisi salonuna girdi. Göğsünden Porto Riko bayrağı çıkarıp bağırdı “Kimseyi öldürmeye değil Porto Riko için ölmeye geldim”. Açılan yaylım ateşinde beş Temsilciler Meclisi üyesi yaralandı. ABD tarihinde ilk kez Meclis salonunda silah sesleri duyuluyordu.
Porto Riko, yüzyılın başında Küba’yla beraber ABD işgaline uğramıştı. Fakat Küba’dan farklı olarak bağımsızlıkçı bir harekete sahip değildi. Bu durumdan yararlanan ABD, adayı askeri yönetime devretti. Porto Riko ikinci dünya savaşında ABD’nin en önemli deniz üslerinden biri oldu. Porto Rikolular ABD ordusunda zorunlu askerliğe alındılar. Resmi dilleri İngilizce yapıldı ve okullarda başka dille eğitim yapılması yasaklandı. 1936’da bağımsızlıkçı hareketin lideri Pedro Albizu hapse atıldı. Protesto gösterileri “Ponce Katliamı”nda onlarca kişinin ölümüyle sonuçlandı. 1947’de hapisten çıkan Albizu 1950’de yeniden hapsedildi ve 1966’da ölümüne dek orada kaldı. Yıllar sonra Albizu’ya radyasyon deneyleri uyguladıkları ortaya çıktı.

ABD, Birleşmiş Milletler’in “sömürgelerin bağımsızlığı” bildirgesi sonrası Porto Riko’ya “Serbest Ortak Devlet” diye adlandırdığı bir statü uydurdu. Buna göre ABD ve Porto Riko aynı devlet çatısı altında fakat istediklerinde “ortaklıklarını” bozabilecekti. Bu model belki modern çağın en alaycı sömürge biçimiydi.
Bir başka kadın Blanco Canales önderliğinde Porto Riko Cumhuriyeti ilan edilerek ayaklanma başlatıldı. Ayaklanma adanın diğer bölgelerine yayıldı. Çatışmalar valinin karargahına kadar uzandı. 24 saat sonra adada binden fazla ölü vardı. Ertesi günü 1 Kasım 1950’de, ABD Başkanının konutu “Blair Evi”nde Başkan Truman’a suikast düzenleyen Porto Riko milliyetçileri öldürüldü.
Tüm dünyanın gözü bu küçük adaya dönmüştü. Belki de ABD, Porto Riko’da yarattığı sömürge batağına saplanmış olduğundan, Küba’daki Batista diktatörlüğüne “yeterince” destek verememişti. Lolita Lebrón bu karışıklıkta ABD’ye geçmiş ve orada Porto Riko Milliyetçi Partisi’nin temsilciliğini yürütmeye başlamıştı. Fakat adada bağımsızlıkçılar bastırılmış, liderleri hapsedilmiş ve nihayetinde silahlı kalkışma ABD Başkanının konutunun kapısına kadar gelmişti. Bu koşullarda Lebrón’un içinde bulunduğu beş kişilik bir komite ABD Kongresini silahla basma kararı aldı. Eylemciler yakalandılar ve ölüm cezasına çarptırıldılar. Ölüm cezaları ABD başkanı tarafından affedildi. 25 yıl sonra Başkan Jimmy Carter’ın emriyle serbest kaldılar.
Lolita Lebrón 90 yaşını doldurduğu 2010 yılında ölümüne dek bağımsızlık davasına sadık kaldı. Hayatı filmlere ve kitaplara konu, sanat eserlerine esin kaynağı oldu.
Juana Azurduy: “Bolivya’nın Çiçeği” (25 Mayıs 1862/Sucre, Bolivya)
Juana 82 yaşında, mutlak yoksulluk ve yalnızlık içinde, son nefesini vermek üzereydi. Konuşacak halde değildi. Konuşmayı terk edeli uzun süre olmuştu. Belki de artık unutmuştu. Oysa yaşadıkları? Başını zorlukla çevirdi ve gözlerini kuytu bir kenarda duran eski sandığa dikti. Kızı onun neye baktığını anladı. Yanından kalktı, sandığı açtı: İçinden mavisi artık griye, kırmızısı toprak rengine çalan askeri üniformayı çıkardı. Göğsüne dikili Arjantin ve Bolivya Bağımsızlık kahramanı madalyaları birbirine çarptı. Kızı üniformayı Juana’nın üstüne serdi. Kılıcını da sol yanına bıraktı. Juana son bir güçle kılıcı sağ eline alıp göğsünün üzerinde tuttu: Gözlerinde çakan şimşekten binlerce savaşçı geldi ve geçti.
Yarbay Juana Azurduy, bağımsızlık savaşında cephede çarpışarak bu rütbeyi ve madalyaları elde etmişti. Cesareti ve fedakarlığı, Kurtarıcı Simon Bolivar’ı bile hayran bırakmıştı. Dile kolay on yıl at sırtından inmemiş, her yenilgide birlikleri yeniden örgütlemiş ve savaşa devam etmişti.
Juana 25 yaşındayken evlendiği bağımsızlıkçı bölge şeflerinden Manuel Pandilla’yla beraber bu savaşa atılmıştı. O dönemde kadınların orduda bulunması yasaktı. Fakat eşi Manuel’in başında bulunduğu birlikler düzenli orduya henüz bağlı olmayan yerel savaşçılardı. Bu nedenle Juana bebeğini emzirmeyi sürdürüp muharebe alanında durabiliyordu.
Juana’nın içinde bulunduğu Manuel Pandilla’ya bağlı birlikler ilk varlığını 1809’da “Chuquisaca Devrimi” adı verilen ayaklanmada göstermişti. Bu ayaklanma tarihçilerce Latin Amerika bağımsızlığının ilk çığlığı olarak tanımlanır. Bugünkü Bolivya ve kuzey Arjantin topraklarını kapsayan bu isyan hareketi sonunda dağıtıldı. İsyanın şefleri öldürüldü. Pandilla adamlarıyla kuzeye Titicaca gölü kıyılarına çekildi. Burada Huaqui Muharebesinde Juana ve dört çocuğu esir düştüyse de eşi onları kurtarmayı başardı. Bir süre dağlara çekildikten sonra Bağımsızlık ordusu Kuzey destek birlikleri komutanı Manuel Belgrano’yla ilişki kurdular. Yine sonraki muharebelerde yenilgiler devam etti. Juana savaşın gelişimi içinde giderek öne çıkmaya başladı. “sadakat taburları” adını verdiği birlikleri örgütleyerek başına geçti. Bir daha yenildikten sonra Juana ve Manuel Pandilla düzensiz birliklerle Kraliyet güçlerine yıpratıcı saldırılar düzenlemeye karar verdi. Juana’nın adamlarıyla, Potosi kalesine saldırması Arjantin topraklarındaki Kraliyet birliklerini desteksiz bıraktı ve bu sayede bağımsızlıkçılar kesin bir zafer elde ettiler. Arjantin merkezli yönetim Juana’yı Yarbay rütbesiyle onurlandırdı. Ancak üç ay sonra başka Bolivya topraklarında gerçekleşen başka bir muharebede Juana eşi Manuel’i yitirdi. Eşinin ölümünden sonra Juana dağılana kadar güney birliklerinde bulundu.
Bağımsızlıkla beraber Kurtarıcılar, elitlerin en büyük düşmanı haline gelmişti. Venezuela’nın kurtarıcısı Miranda İspanyol zindanında ölmüş, Arjantin bağımsızlığının en parlak devrimcisi Mariano Moreno İngilizler tarafından zehirlenmiş, Juana’nın komutanı General Belgrano sefalet içinde ölüme terk edilmiş, Şili’nin kurtarıcısı Martin O’Higgins Peru’ya,kıtanın yarısını özgürleştiren General San Martin Avrupa’ya sürgün olmuş, Dorrego yargısızca kurşuna dizilmiş, Monteagudo alçakça sırtından bıçaklanarak öldürülmüş, Bolivar oligarşi tarafından kuşatılmış halde hayata gözlerini kapamıştı.
Bu koşullar Juana Azurduy için unutulmaktan başka bir mevki bırakmıyordu. Öldüğünde sıradan bir mezarlığa gömüldü. Aradan yüz yıl geçtikten sonra hatırlandı. Ondan geriye kalanlar Salta’da bağımsızlık müzesine yerleştirildi. Arjantin ordusu bir Alayına General Juana Azurduy adını verdi. Son yıllarda Arjantin ve Bolivya Devlet saraylarında Juana’nın resimleri asılmaya başlandı. 2015 Temmuzunda Arjantin Başkanlık Konutu bahçesinde bulunan Kolomb heykeli kaldırılarak Juana Azurduy’un 16 metre yüksekliğinde bir heykeli dikildi.
Plaza de Mayo Anneleri: “Bitmeyen Umut” (Aralık 1977/Buenos Aires, Arjantin)
Rahibe Alice, on bir gün süren işkence sonunda gördüğü ilk tutukluya diğerlerini sordu. Lisandro Cubas, çırılçıplak durumdaki rahibenin üzerine bir battaniye örttü ve kolunun altına girerek onu banyoya kadar götürdü. Rahibe Alice, anneleri ve diğer rahibenin durumunu merak ediyordu. “Peki sarışın çocuk.. onu da aldılar mı?”. Lisandro, gerçeğin dehşetinden duyduğu utançla belki, başını eğdi. Rahibenin bahsettiği “sarışın çocuğu” tanıyordu. O “annelerin ölüm meleği “ teğmen Alfredo Astiz’den başkası değildi. Astiz bir kayıp yakını gibi oğullarını arayan annelerin içine sızmış bir ajandı. Anneleri ve onlara yardım eden iki Fransız rahibeyi kaçıran ekibin de komutanıydı. Santa Cruz kilisesinden kaçırılan rahibeler, anneler ve diğer kayıp yakını 13 kişi, yeni yılı göremediler. Tutuklu oldukları gizli sorgu merkezi ESMA’daki diğer beş bin kişi gibi uçaklardan denize atıldılar.

24 Mart 1976’da Arjantin faşist cuntası yönetime el koydu. İlerleyen aylarda binlerce kişi gözaltına alındı. Fakat götürülen kişilerden bir daha haber gelmiyordu. Ailelerin karakollara yaptığı başvurular da yanıtsız kalıyordu. Gidecek yeri olmayan bu ailelerin kiliseye gidip dua etmekten başka çaresi yoktu. Kilise de buluşan aileler, bilgilerini paylaşarak olan biteni anlamaya çalışıyordu. Herkes evladından bir iz bulmaya çalışıyordu. Anneler artık kiliseye dua etmeye değil gerçeği aramaya gidiyordu. Nisan 1977’den itibaren anneler kiliseden çıkıp evlatlarını herkesin görebileceği bir yerde aramaya başladı. Plaza de Mayo olarak bilinen devlet başkanlığı binasının karşısındaki 25 Mayıs Meydanı’na gittiler. Polis durmalarına ya da toplanmalarına izin vermiyordu. Onlar da, meydanın ortasındaki bağımsızlık sütunu çevresinde, sessizce yürüdüler. Aslında bebeklerin altını bağlamak için kullanılan beyaz tülbentlerle başlarını örttüler. Beyaz tülbent, evlatlarını simgeliyordu. İlk grupta on dört anne vardı. Bu annelerden üçü -Azucena Villaflor, Esther Ballestrino, María Ponce- Teğmen Astiz tarafından kaçırıldı ve işkence edilerek öldürüldü. Fakat anneler, kaybedilen evlatlarını aramaktan vazgeçmediler. “Ne ölü ne canlı kayıp işte” diyen cuntanın şefi General Jorge Videla, yıllar sonra yargılanması sırasında emri kendinin verdiğini kabul edecekti.
Günler yavaş, yıllar hızla geçecek, kayıp evlatlar asla geri gelmeyecekti. Anneler Mayıs Meydanı’nı terk etmeyecekler ve sessizliğe gömülmüş bir ülke birer ikişer onların ardında yürümeye başlayacaktı. Anneler geniş bir halk desteğiyle artık meydandaydı. 1981’de bu güçle cuntaya karşı ilk kitle eylemi olan “Direniş Yürüyüşü”nü başlattılar. Ve 1983 yılı sonunda cunta yönetimi terk etti.
Anneler, diktatörlüğün gidişiyle, ortaya çıkarılan toplu gözaltı merkezlerinden evlatlarına dair bir iz bulmayı umuyordu. Kısa süre sonra, daima akıllarının bir yerinde bir sır gibi taşıdıkları gerçekle yüz yüze geldiler: Hepsi sonsuza kaybedilmişlerdi. Uçaklardan atılan binlercesi okyanusa karışıp gitmişti.
Anneler yine de Mayıs Meydanı’nı terk etmediler. Evlatlarının uğruna hayatlarını verdiği değerleri savunmayı sürdürdüler. Beyaz tülbentleri ülkenin simgesi haline geldi. Bugün hayatta kalanlar halen her Perşembe öğleden sonra Plaza de Mayo’ya gelip yürümeye devam ediyor.
İğrenç bir komplo!
Venezuela’da parlamentodan sonra partiler rejimi de sona eriyor
Nobel’in ardındaki “Zürafa” öldü
Bolivya'da darbe bitmiyor
Ve sonunda Bolsonaro da maskeyi taktı (Kısa bir süreliğine de olsa)
“Sıfır Numaralı” Komutan’a Veda
Maduro’yu Kızıl Bereli Burjuvalar mı devirecek?
0 YORUM